Din Neden Var? Dinin Lüzumu ve İnanma İhtiyacı

Din

Dinin lüzumu nedir? İnsan neden inanma ihtiyacı duyar?

Din, insanla beraber varolmuş ve insanla beraber varlığını sürdürecektir. Tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın, dinsiz insan bulunsa da, dinsiz bir toplum görülmemektedir.

ALLAH'IN (C.C) HALİFESİ

İnsanlık tarihinin her döneminde din, canlılığını korumuş ve insan hayatının ayrılmaz bir vasfı olma karakterini sürdürmüştür. İnsan, her zaman kendisinin insan üstü bağları bulunduğunu, ihtiyaçları için kendini aşan bir kudrete yönelmesi gerektiğini düşünmüştür. Çünkü insan, melekle hayvan arasında bir yaratılışa sahiptir. Bu iki cinsin birbirine zıt tabiat çizgileri, insanda sanatkarane bir şekilde birleşmiştir. İnsanın bu şekilde yaratılması, aday seçildiği makama ulaşması içindir. Bu makam, "Allah'ın halifesi" olması, emanetin merkezinde bulunması, emirleri yerine getirip yasaklardan kaçınması ve "kul" olduğunun şuuruna varmasıdır.

İnsanın veya toplumun dinden kopması mümkün değildir. O, hem tarihin her yerinde, hem de hayatımızın her köşesinde kendini gösteren bir realitedir. İnsanlara güç veren, toplumu düzenleyen, fazilet ve iyiliğe yönelten, yalnızlığı, sıkıntıları gideren, güven duygusu aşılayan hep din duygusudur.

MANEVİ AÇLIK

İnsan maddî tarafı yanında manevî tarafı da olan bir varlıktır. Maddî yönü itibariyle, biyolojik ihtiyaçlarını karşılamaya; manevî dünyası itibariyle de beslenmeye, desteklenmeye ihtiyacı vardır. Onun bu ihtiyaçlarını karşılayan manevî olguların en başta geleni dindir. Belli bir kültüre ulaşarak tarihte yer alan bütün milletlerin manevî dünyaları bir dinî inançla şekillenmiştir.

Din olgusu, fıtrî (doğuştan gelen) bir özellik olarak, insanın kendi varlığını tanıması ile ortaya çıkar ve bu şuur ile birlikte gelişir. İnsanın karşılaştığı temel mesele, insanın kendisini ve alemi kimin yarattığını araştırması, böylece kendi varlığını aşan düşüncelere varmasıdır.

Bu düşünceyle insan müşahhastan mücerrede geçer, kendisinin, çevresindeki varlıklardan daha üstün bir özelliğe sahip olduğunu anlar, kendisi ve çevresindeki varlıkları yaratan Yüce bir kudetin varlığına ulaşır. Böylece her şeyi var eden bir yaratıcının bulunduğuna ikna olup ona bağlanır. İnsanın yüce bir kudrete gönülden bağlı olması, onu kuvvetlendirir. Dua, niyaz, Allah'a sığınma insanı yüceltir. Allah sevgisi ve bu sevgiden kaynaklanan korku insanı pişirir, hamlığını giderir; kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter kazandırır. Böyle kimselerin içinde yer aldığı toplumlarda fazilet yarışı başlar.

Din, fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, top­lumları yükselten ve geliştiren bir kurumdur. Din, insanlara yön veren, kanun ve nizamların kavuşamadığı yerlerde de onları iyi ve faydalı şeyleri yapmaya yönelten bir hayat nizamıdır. Çünkü din, anarşinin, haksızlığın, adaletsizliğin, kötülüğün düşmanıdır. Din, toplum düzenini korumayı gaye edinir.

Tarihte iktisadî, maddî bakımdan güçsüz toplum­ların yaşadığı görülmüştür; fakat dinî duyguları zayıflamış, manen çökmüş toplumların varlıklarını devam ettirebildiği pek görülmemiştir.

Dinin zayıflaması, ahlakî ve hukukî suçların işlenmesini hızlandırır. Çünkü din olmayınca ahlâk için hiçbir yaptırım gücü kalmaz. Helal-haram anlayışı kalkınca toplumun düzeni sarsılır; insanları ve insan gruplarını hiçbir şey tutamaz; anarşi ortaya çıkar ve böylece çeşitli sıkıntılar başlar.

Halbuki her zaman ve her yerde kendini kontrol eden bir Yaradan'ın varlığına inanan insan, daima iyi olanı yapıp kötü olandan kaçmaya gayret eder. Din olmayınca hayatın tadı kalmaz, ahlâk için de bir müeyyide bulunmaz.

AHLÂK İÇİN BİR KAYNAK

Din, ahlâk için de bir kaynaktır. Dinden kaynaklanmayan ahlâk, bekleneni vermez. Merhum Mehmet Akif Ersoy bu hususla ilgili olarak

"Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır

Fazilet hissi insanlar­da Allah korkusundandır."

diyerek bilgi ve vicdanın Allah korkusu olmadan güzel bir ahlak oluşturamayacağına dikkat çeker.

Yalnızlık, çaresizlik, korku, keder, hastalık, musibet ve felaketler karşısında insanın yegane teselli kaynağı dindir. İnsanın ölüm karşısındaki tutumunda en önemli rol, dine düşmektedir. Âhiret inancı, sadece ceza, mükafaat olarak değil, aynı zamanda, insanın içindeki “ebedîlik duygusu”’na cevap vermek bakımından da önem taşımaktadır.

İnsan, ölümden değil, yok olmaktan korkar. İslâm'da insan, ölümle yok olmamakta, başka bir dünyada hayatına devam etmektedir. Bu hayatın dışında bir başka dünyanın varlığı inancı, insanı yarınki hayata alıştırır. Suçlardan arınıp ebedî bir kurtuluşa ulaşma, huzura, cennet gibi büyük bir nimete kavuşma, Allah'ın rızasını elde etme ideali, insanda ümit ve arzu doğurur, dünyanın ızdırab ve sıkıntılarına karşı koymayı sağlar.

Din, ruhların yağmurudur. Milletler için lüzumludur. Çünkü onun yağmuru milletlerin ruhunun gıdasıdır. Ümitsizlikten uzak, tersine ümitle dolu bir istikbale, nefretsiz bir geleceğe, hoşnutluğa ve sükunete götüren, kuşkuları ve hurafeleri gideren de dindir.

Bütün bunlara rağmen, din ve ahlâka lüzum olmadığını ileri sürüp, dini ilerlemeye mani gören, ilim ve fennin din yerine kaim olmasını isteyen; dinin tabiî ve sosyal yetersizliklerin bir yansıması ve insanları uyuşturan bir afyon olduğunu savunan, dolayısıyla beşeriyetin dinsizleşmek suretiyle ilerleyeceğini iddia edenler de bulunmuştur ve hala bulunmaktadır. Bu düşüncede olanlar, kaldırmak istedikleri din yerine başka şeyleri koymaya çalışmışlardır. Ancak zamanla, insanların bu fikir sahiplerine tapar hale gelmeleri, yani dinsizliği de bir nevi din haline getirmeleri, insanın mutlaka bir şeye inanmak zorunda olduğunu göstermektedir.

Toplumları dinsizleştirmek için okullar açıp, baskı ile dini ortadan kaldırmak, dinsizliği hakim kılmak isteyen rejimlerde bile insanlardaki inanma, tapınma duygusunun söndürülememesi; baskıdan kaçıp ormanlarda, kuytu yerlerde ibadet eden insanlara rastlanması da inanmanın fıtrî ihtiyaç olduğunun delilidir.

Yine II. Dünya Harbi'nde, Marksist Blok'ta şeflerin kiliselere koşması, milletin ve papaz­ların mabetlerde dua etmelerine izin verilmiş olması ve bu blok'ta, on yıllarca dine baskı uygulanmasına rağmen, dine yönelme duygusunun gi­derilememiş olduğunun gözlenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.

DİNSİZ BİR TOPLUM YAŞAYAMAZ

Sonuç olarak, dinsiz bir toplum yaşayamaz. Dini kaldırmakla top­lumları ileri götüreceğini iddia edenlerin fikirlerinin din yerine geçirilmek istenmesi, dinsiz, inançsız bir toplumun yaşayamayacağını doğrulamaktadır.[1]

XIX. yüzyılın başlarından itibaren ilim ve teknikteki ilerlemeler, in­sanın artık dine ihtiyacı kalmadığı gibi bir izlenimi zihinlere hakim kılmaya çalışmışsa da bu egemenlik uzun ömürlü olmamış, insan yine yaratılışından kaynaklanan bu en tabiî manevî ihtiyacını gidermek için dine sarılmıştır. Bu bakımdan bazı batılı sosyolog ve psikologlar XX. yüzyılı “dine dönüş asrı” olarak nitelendirmişlerdir.

İnsanlara dinamik bir yapı kazandıran, toplumların hayatını özlenen bir biçimde düzenleyen fazilet ve hayra yönelten din, günümüzde her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan bir realite haline gelmiştir. Çünkü, insan yalnızlığını, güvensizliğini, karamsarlığını, ümitsizliğini vb. ancak dine yönelerek ve ona sığınmak suretiyle giderebilir. Manevi yapısını ancak böyle düzene koyabilir. Doğuştan gelen, fıtrî bir özelliği bulunan, insanın kendi öz varlığındaki şuurla birlikte ortaya çıkan din, yine insanın kendi bilinci ile paralel olarak bir gelişme grafiği çizer. İnsan bu idrak sayesinde Allah'a bağlanır. Dua ve niyazlarla sıkıntı ve bunalımlarını O'na arzeder. Dindar olmak suretiyle gönül zenginliğine ve kalbi doyuma ulaşır.

"Bunlar, iman eden ve kalpleri ancak Allah'ın  zikriyle huzura kavuşan kimselerdir. Haberiniz olsun, kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle huzur bulur" [2] mealindeki âyet, bu gerçeği özlü bir şekilde ifade etmektedir.

Büyük filozof İbn-i Sina (980-1037), insanın yaratılış icabı medeni olduğunu, toplu halde yaşamak fıtratını taşıdığını ifade eder. Hiç­bir insan bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Bundan dolayıdır ki cemiyet halinde yaşayan fertler, birtakım karşılıklı hak ve vazifelerle bir­birlerine bağlıdırlar.

Toplumun bekası, mutluluğu, içtimaî hakların, ahlakî kayıtların, büyük bir titizlikle korunmasına bağlıdır. Hak ile görevi birbirinden ayır­mak mümkün değildir. Cemiyetlerin devam ve bekası için zaruri olan hak ve görevleri teminat altına alacak, bu kavramları himaye edecek ve insan kalbinin derinliklerine yerleştirecek olan en kıymetli değer, bunlara kut­siyet vermiş olan din ve uluhiyet fikridir.

Dinin manevî otoritesinin hakim olmadığı cemiyetlerde "Hak kuv­vetlinindir, kuvvetliler yaşamalı, zayıflar ortadan kalkmalıdır." tarzındaki sakat ve acımasız mantık, geçerlilik kazanır. Bundan sonra o toplumlarda saadet ve huzurdan söz edilemez. Fertleri, dinin manevî otoritesine kalben ve fikren bağlanmış cemiyetlerde ise zayıf, aciz, yoksul ve kimsesizler daima himaye görmüş, yalnızlıklarını unutmuşlardır. Bir toplum, dinin manevî otoritesini benimsediği kadar, ahlakî umdeleri de kabullendiği ölçüde olgunluğa ulaşır. Ahlakî prensiplerin başta gelen kaynağı ise dindir.[3]

Dinsizlerin halini Prof. Dr. Ferit Kam oldukça güzel tanımlar:

“Dinsiz bir adam ga­yet karanlık bir gecede fırtınaya tutulmuş, yelkensiz, dü­zensiz, kaptansız bir gemi gibi bu hadiseler ummanının müt­hiş dalgaları arasında çalkalanır durur. Nihayet selamet sahiline ulaşmadan dehşetli bir kayaya çarpıp parça par­ça olur.

Eğer dinsiz olmak, beşerin mümkün olan bütün zevk­lerden istenildiği kadar hisse almak maksadını güdüyorsa emin olmalı ki Cenab-ı Hak asla buna meydan vermez. Bu kötü inanç sahiplerinin dimağından zevk alma kabiliyetini derhal kaldırır. Din gittiği dakikada insanın gözüne siyah bir gözlük takılır. Dünya insanın nazarında bir bela zinda­nı kesilir. Bütün varlıkları simsiyah görmeğe başlar. Yer ve gök ateşten bir kement (urgan) gibi boğazına geçmek için her an darlaşır. Kalp, her türlü insanî meziyetlerden uzakla­şır.

Dinsizlik bunalımı vücudunun bütün hücrelerine yayılır. Uykusu azap, uyanıklığı sayısız endişelerle dolu­dur. Kuşların cana can katan nağmeleri ona matem iniltileri, bahar çiçeklerinin açılarak gülüşü, elem ve dertten dolayı ağlama gibi gelir. Nereye baksa nefret ve lanetin derin izlerini görür. Bütün bu varlıkların kendisine diş gı­cırdatmakta olduğuna hükmeder.

Sebepsiz, gayesiz, sahipsiz, manasız gördüğü bu alem, nazarında bir matem levhası ve bela cehennemi kesilir. Onun için, fazilet manasız bir söz, vicdan ahmakların sakındırma, korkutma aleti, sevgi bir hastalık, şefkat güdük akıllara mahsus arızî bir vehimdir.

Din gidince fazilet binası yıkılır, yüksek duygular namına kalpte ve zihinde ne varsa hepsi birer birer çekilir. Kalıp bomboş, tamtakır kalır. O sahayı aydınlatan ne ka­dar şule varsa hepsi söner. Onun yerini sonu olmayan bir meydan, göz gözü görmeyen bir zindan kaplar. O zinda­nın her tarafından müphem, vahşi ve müthiş sesler yan­kılanmaya başlar.

İşte buna zulmet içindeki küfür ve dinsizlik derler ki Cehennem'in aynısıdır. Orada insanın dimağını istila eden karanlık fikirler, o Cehennem''in ateşten kırbaçlı zebanileridir. Cenab-ı Hak dinsizlere en büyük azabın numunesini bu suretle gösterir. «Biz, o en büyük azaptan önce de onlara mutlaka yakın azaptan tattıracağız.»[4] âyeti, bu gerçeği ifade eder.

 1820 tarihinde Fransa'da dinsizlik yüzünden her sene bin beş yüz kişi intihar ettiği halde bugün sekiz-on bin ki­şi intihar ediyor. Deliler, bu hesabın dışındadır.

Hayatın sıkıntı ve felaketlerine ancak din ile muka­vemet edilir. Dünyanın lezzeti de o his ile mümkündür. «İnsan dünyada kendisinin başıboş bırakılacağını mı sa­nır?»[5] âyetinin yüce manası uyarınca insanı bu dünyada öyle ilahî emirlerden azade, başı boş gezdirmezler. İnsan maddeten nasıl bir takım kayıt ve şartlara tabi ise, manen de öyledir. Bizim görmediğimiz bir kuvvet daima bize hakimdir.”[6]

[1] G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, s. 39-42.

[2] Ra’d, 13/28.

[3] Osman Cilacı, Günümüz Dünya Dinleri, Ankara, 1998, s.  23-28.

[4] Secde, 32/21.

[5] Kıyame, 75/36.

[6] Ferit Kam, Dinî-Felsefî Sohbetler, Ankara, 1987, s. 48-50.

Kaynak: Dr. Erdoğan Baş, Salih İnci, Ana Hatlarıyla Yahudilik  Hıristiyanlık ve İslâm, Erkam Yayınları