Cihat Ne Demektir?

NE NEDİR?

Cihad ne demek? Cihattan kasıt nedir? Nasıl anlamalıyız? Prof. Dr. Halit Çalışkan anlatıyor...

Allâh yolunda mal ve can ile cihâttan maksat, yalnız kılıç harbi değildir. Kılıç, zulmü kaldırmak, hakkı tevzî etmek gibi zarûret hâllerinde kullanılan bir demir parçasıdır. Esas fetih, gönüllerin fethidir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de insanları hidâyete kavuşturma gâyesiyle “Allâh yolunda cihâd etme”ye dâir pek çok ifâde yer almaktadır. Ancak bunların mahdud bir kısmında sıcak savaş demek olan kıtalden bahsedilir. O da zarûret hâlindedir. İslâm’da müdâfaa veya îlâ-yı kelimetullâh, yâni Allâh’ın kelimesini yüceltmek gâyesi dışında yapılabilecek bir harp yoktur. Sırf toprak elde etmek için yapılan savaşlar, insanlığın yüz karası bir zulümdür. Hâlbuki İslâm’da savaş, mutlakâ hakkı tevzî, hidâyetlere vesîle olmak ve zulmü bertaraf etmek gibi ulvî gerekçelere istinâd eder. Zîrâ Kur’ânî ifâdeyle:

“…Kim, kâtil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim (de) bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (el-Mâide, 32)

Bu bakımdan insanlığın kurtuluşu için yapılacak her türlü gayret ve hizmetler, cihâdın bir parçasıdır.

Tevbe sûresinin 103. âyetinde şöyle buyrulur:

(Ey Peygamber!) Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, bununla onları (kir ve günahlardan) temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin! Ve onlara duâ et! Çünkü senin duân, onlar için sükûnettir (onların ıztıraplarını yatıştırır). Allâh çok iyi işiten ve bilendir.”

Âyet-i kerîmedeki “Sadaka al!” emrinden sonra sahâbe-i kirâm arasında seferberlik başladı. Herkes nesi varsa, Allâh Rasûlü’nün önüne döktü. Hiçbir şeyi olmayanlar ise, dağdan odun kesip satarak, sırtlarında su çekerek kazançlarını Allâh Rasûlü’ne getirdiler. Maddî ve mânevî güçlerini, dünyâ hayâtının gel-geç lezzetlerinde zâyî etmeyip, âhiret yoksulu olmaktan kaçındılar. Malın ve mülkün hakîkatte Rabbe âit olduğunun, kulun ancak muayyen bir zaman için onların sâdece emânetçisi olabileceğinin şuûru içinde yaşadılar. Şu kısacık ömürlerini, ebedî bir âhiret hayâtı kazanabilmek için sarfetmeye çalıştılar.

Nitekim birgün Tebük seferine gidecek orduya yardım toplanıyordu. Ensâr’dan Ebû Akîl -radıyallâhu anh- da bir ölçek hurma getirmişti ki kendisi buna herkesten daha çok muhtaçtı:

“–Yâ Rasûlallâh! İki ölçek hurma karşılığında bütün gece sırtımda su çektim. Bir ölçeğini evimin ihtiyacı için alıkoydum, diğerini de Rabbimin rızâsını kazanmak ümîdiyle sana getirdim!” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Allâh senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmanın toplanan yardımlar içine dökülmesini emretti. (Taberî, Tefsîr, X, 251)

Ukbe bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Sadaka âyeti (yâni Tevbe Sûresi’nin 103. âyeti) nâzil olunca, sırtımızda yük taşıyarak kazancımızdan infâk etmeye başladık. Derken bir adam geldi ve çokça sadaka verdi. Münâfıklar; «Gösteriş yapıyor.» dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma tasadduk etti. Yine münâfıklar; «Allâh’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyâcı yoktur.» dediler. Bunun üzerine:

«Sadakalar husûsunda gönülden veren mü’minleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştiren ve onlarla alay edenler yok mu, Allâh onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azap vardır.» (et-Tevbe, 79) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Buhârî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 72)

Cihâdı terk eden kimseler için şu hadîs-i şerîf, ne kadar ürpertici bir îkâzdır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:

“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allâh kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz fakat duânız kabûl edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)

Demek ki, hayra ve fazîlete dâvet vazîfesinin bırakılması, ilâhî azâbın yaklaşmasına sebep olacaktır. Mü’min ağızlara yakışan, hak ve hakîkati söylemektir. Âyet ve hadîslerde müslümanın gördüğü bir hatâ karşısında hakkı ortaya koyması emredilmiştir. Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“Sâ­lih amel­ler iş­le­yip de, ben Al­lâh’a tes­lim olan­lar­da­nım di­ye­rek in­san­la­rı Al­lâh’a ça­ğı­ran kim­se­den da­ha gü­zel söz­lü kim ola­bi­lir!” (el-Fus­si­let, 33)

Rasûl-i Ekrem Efendimiz de ümmetini şöyle îkâz etmiştir:

“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin! Bu ise imânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Bu dünyânın ötesinde cennet ve cehennemden başka barınacak ve sığınacak bir yer yoktur. Canları, malları ve kendilerine verilen nîmetleri gâfilâne bir şekilde nefsânî yolda kullananlara Allâh Teâlâ bizzat:

“–Sana Rasûlüm gelip hakîkatleri tebliğ etmedi mi? Sana mal verip nîmetlerimi yağdırmadım mı? Bugün için kendine ne hazırladın?” diye soracak. Kişi, sağ ve soluna bakacak; kimseler yok... İleriye bakacak; cehennemden başka bir şey göremeyecek...

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

“Kıyâmet günü kul (hesap vermek üzere huzûr-i ilâhîye) getirilir. Allâh Teâlâ:

«–Ben sana göz, kulak, mal ve evlâd vermedim mi? Sana hayvanları ve nebâtâtı Mûsâhhar kılmadım mı? Seni bunlara sâhip kılıp onlardan istifâde ettirmedim mi? Bu kıyâmet gününde Ben’imle karşılaşacağın hiç hatırına gelmedi mi?» diye soracak.

Kul da: «Hayır» diyecek. Allâh Teâlâ Hazretleri:

«Öyleyse bugün Ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyâda) Ben’i unuttuğun gibi!» buyuracak.” (Tirmizî, Kıyâmet, 6/2428)

Dünyâ günlerini hesapsızca yaşayanlar, zâyi ettikleri o günlerin hasret ve nedâmeti içinde yanacaklardır. Bu âlemde Allâh rızâsını kazanamayanları, ölüm ötesinde korkunç bir cehennem beklemektedir. Îmânsız bir şekilde gafletle kapanan gözler, muzdarip ve korkunç kabir akşamlarına açılacaktır.

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede kullarını şöyle îkâz eder:

“Sizden hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun! İşte onlar gerçekten felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

Bu âyet-i kerîmede dâimâ Hakk’a dâvet eden bir cemaatin bulunması îcâb ettiği kat’î bir ifâdeyle emredilmiştir. İslâm, başlangıçta, sahâbe-i kirâmdan olan îmân münâdîleri ile yayıldığı gibi sonraları da yine onların izi ve yolunda sebât eden muhlis âlimler, mücâhidler ve mürşidlerle devâm etmiştir. Cenâb-ı Hak ve Peygamber Efendimiz bunlar için pek çok mükâfatlar va’detmişlerdir.

Enes -radıyallâhu anh-, İslâm tebliğcilerinin âhirette nâil olacakları yüksek mertebeleri anlatan bir hadîs-i şerîfi şöyle nakleder:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün şöyle buyurdular:

“–Size bir kısım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehîddirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehîdler, onların Allâh katındaki makamlarına gıpta ederler. Nurdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.” Ashâb-ı kirâm:

“–Onlar kimlerdir yâ Rasûlallâh!” diye sordular. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onlar, Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdiren ve Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasîhatçı ve tebliğciler olarak dolaşırlar.” Ben:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur?” dedim. Buyurdu ki:

“–İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itaat edince Allâh -azze ve celle- onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, I, 367)

Âhiret yolcusu için en hayırlı azık takvâdır. Bir mü’minin en hayırlı günü, dününden üstün olandır. O hâlde her gün evvelki güne göre daha fazla âhiret azığı edinmek sûretiyle günlerimizi bereketlendirmeliyiz.

Bizden öncekiler geçti, gitti; bizler de bir müddet sonra onların kervanına katılacağız. Uyur gibi ölecek, uyanır gibi dirileceğiz. Daha sonra da amellerimizden hesâba çekileceğiz. Âhiretin emîn ve mümtaz makamları, müttakîlerin olacaktır. Umûmî akış ve dönüş yalnız Allâh Teâlâ’yadır.

Allâh kalblerimizi rızâsı ve hidâyeti yolunda dâim eylesin! Bizleri, yine bizlerden, yâni nefsimizin şerrinden korusun!..

Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları