Allah’tan Hakkıyla Hayâ Edin!

HAYATIMIZ

Hayâ ne demektir? Hayâ ve iffet duygusunun önemi nedir? Uzuvlarımızın hayâ dereceleri nasıldır?

“Hayâ” ile “hayat” arasında sıkı bir bağ vardır. Bazı âlimler, utanıp çekinme, ürperme ve çirkin bir şeyi görmekten ya da yapmaktan geri durma anlamındaki “hayâ” kelimesinin Arapça’da canlılık ve yaşamak mânâsına kullanılan “hayat” sözcüğünden türediğini ifade ederler. Bu yönüyle denilebilir ki insan manevî diriliğini ve kalbî hassasiyetlerini kaybetmediği sürece kendisinde hayâ duygusu var olacaktır. Bu dirilik kaybolduğu zaman ise hayâ perdesi incelecek ve nihayet yırtılacaktır. Bu perde yırtılınca da nefs-i emmârenin bütün çirkinlikleri gün yüzüne çıkacak ve kişide insaniyet değerleri kalmayacaktır.

HAYÂ VE İFFET DUYGUSU

Kur’an-ı Kerim’de “Takvâ libası” diye bahsedilen elbisenin “hayâ ve iffet duygusu” olduğunu söyleyen çok sayıda müfessirimiz vardır. Bu yönüyle hayâ ve iffet, hem koruyucu bir zırh ve hem de kişiliğin ziynetidir. Binâenaleyh hayâsızlık hem kişilik binasını harap eder ve hem de ahsen-i takvim kıvamını esfel-i safilîn derekesine indirir.

Hayânın temelinde bozulmamış fıtrat vardır. İslâm, bu fıtratın hem koruyucusu ve hem de sıhhatli bir şekilde geliştiricisi olan bir Hak nizamı ve eğitim müfredatıdır. Kişinin İslâm’ı yaşama derecesi ve derinliği nispetinde hayâsı artacak ve hayâsı arttığı ölçüde de cemâli ve kemâli ziyadeleşecektir.

ALLAH’TAN HAKKIYLA HAYÂ EDİN

Hayâ duygusunu sıradan bir utanma ve çekinme hali olarak anlamamak gerekir. Abdullah b. Mesut radıyallahu anh anlatıyor:

Bir gün Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Allah’tan hakkıyla (gereği gibi) hayâ edin!” buyurdu. Biz:

“Ey Allâh’ın Rasûlü! Elhamdülillâh hayâ ediyoruz.” dedik.

Bunun üzerine Efendimiz şu îzahta bulundu:

“Söylemek istediğim, sizin anladığınız hayâ değildir. Allah’tan hakkıyla hayâ etmek; başı ve başın ihtiva ettiği (göz, kulak, dil ve idrak gibi) her şeyi, bedenin içini ve ihtiva ettiği (kalp, karın vb.) her şeyi muhâfaza etmenizdir. Ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamanızdır. Âhireti dileyen, dünyânın ziynetini terk edip âhireti bu hayâta tercih etmelidir. İşte kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş demektir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24/2458)

HAYÂ DERECELERİ

Bu hadis-i şerifte işaret edilen çerçeve, hayânın kuşatıcı bir ahlâkî erdem olduğunu göstermektedir. Anlaşılan odur ki zâhir ve bâtın bütün uzuvlarımızın hayâ ve iffet duygusu ile terbiyesi ve tezyini, kulu hem cemâle (güzelliğe) hem de kemâle (olgunluğa) doğru terakki ettirecektir. Bu itibarla nebevî beyanın izini sürerek uzuvlarımız ve hayâ derecelerine kısa kısa işaret etmek faydalı olacaktır:

Gözün hayâsı: Göz, öncelikle harama bakmayacak, mahremi olmayanlara karşı göz perdelerini indirecektir. “Göz ayakucuna bakacak” anlamında “Nazar ber kadem” esası, manevî terbiyenin temel esaslarından biridir. Göz, dünya metaına gönlü meylettirecek şeylere karşı da alıcı ve hırs oluşturucu bir arzuyla uzun uzun bakmaktan imtina edecektir. Günlük hadiselerde ve sanal âlemin sokaklarında boş boş gezinmekten ve nahoş manzaralar seyretmekten kendini koruyacaktır. Eşyada tecelli eden Hakk’ı görmeden, görülenin zahirinde kaybolup giden gözde de hayâ eksikliği vardır. “Göz odur ki Hakkı göre” diyen arifimizin işareti de bu olsa gerektir.

Kulağın hayâsı; haram, lüzumsuz ve boş sözlerden kendini korumaktır. Nefsanî arzuları harekete geçiren ve özellikle inkâr ve şüphe tohumları eken zehirli sözlere karşı sağır kesilmektir. Hayâdan nasibini zayi etmiş kimselerin müstehcen konuşmalarından uzak durabilmektir. Ehl-i gafletin sözüne değil, Hak ehlinin kelâmına kulak vermektir.

Dilin hayâsı çok daha mühimdir. Zira dildeki iffetsizliğin zararı sadece sahibine değil, başkalarına da sirayet edicidir. İçteki hayâsızlığın dışarı sızdığı menfez, çoğu zaman dildir. Bu yönüyle dilin hayâsı çok daha mühimdir. Dili özellikle seviyesiz, perdesiz, müstehcen kelimelerle kirletmek, hem şahsiyeti zaafa uğratır ve itibarı düşürür hem de etrafta iffet ve hayâ perdelerinin yırtılmasına sebep olur. Bu yönüyle dil ve hayâ ilişkisi, her zaman daha çok dikkat edilmesi gereken bir alandır.

Bedenin hayâsı örtünmektir. Hayâ ile örtünme arasındaki ilişki fıtrî bir ilişkidir. Hazret-i Âdem -aleyhisselam- ve eşinin, cennette yasaklanmış ağaçtan yemeleri sonucu çıplak kalmaları üzerine cennet yaprakları ile örtünme telaşları gösteriyor ki örtünme fıtrî bir ihtiyaçtır. Tefsirlerde anlatılan rivayetlere göre Hazret-i Âdem’e, niçin yapraklarla gizlenmeye çalıştığı sorulunca, “Senden utanıyorum Rabbim” diye cevap verdiği haber verilir. Yaşanan bu ilk hadiseden de anlıyoruz ki utanma duygusu, örtünmenin temel saiklerinden biridir. Hayâ duygusu zedelenmemiş her insan, hem kendisinden ve hem de başkalarından tabii olarak utanır. Ayıp yerlerini örtüp saklamak ister. Daha çocuk yaşlarda iken bile bu duygu bir şekilde kendini gösterir. Allah’a inanan kimsede ise bu durum, en yüksek düzeyde Allah’a karşı yaşanır. Diğer canlılarda böylesi bir örtünme ihtiyacı görülmediği gerçeğinden hareketle diyebiliriz ki tesettür, daha çok insana özgü bir fazilettir.

Gönlün de bir hayâsı vardır. Hayal ve idrakinde bile kirlenmeme hassasiyeti hayâdan kaynaklanır. Rabbinin kendisine şah damarından daha yakın olduğu şuurunda olan bir müminin, gönlünden geçen kötü duygulardan, sahnelerden ve hatta mâsivaya meyil hissiyatından bile utanması, ondaki ihsan duygusunun derinliğinden kaynaklanır.

Yukarıda zikredilen hadis-i şerifte uzuvların hayâsına dikkat çekildikten sonra dünyanın zinetlerini ahirete tercih edenin de hayâ bakımından eksikliğine işaret edilmiştir. Zira bu tercihte Hakk’ın kulları hakkındaki hayır muradını ikinci plana bırakma hayâsızlığı söz konusudur.

HAYÂ NASIL KAZANILIR?

Bütün bunlar gösteriyor ki hayâ, hayatın her alanında ve hatta düşünce ve duygu dünyamızın derinliklerinde her an yaşanması gereken ve bizi diri tutan yüce bir değerdir. İmanımız, fıtrî hayâmızı besleyip derinleştiren bir Hak gıdasıdır. Kulda Allah’a yakınlık şuuru arttıkça, hayâ şuuru da onun zahir ve batınına çok yönlü olarak yansır. Hayânın hakikati de böylece gerçekleşmiş ve kişiliği zarafet ve letafetin zirvelerine doğru taşımış olur.

Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 438