Zühd Ne Demek? Zühd Ne Anlama Gelir?

NE NEDİR?

Zühd ne demek? Zühd kelimesinin anlamı nedir? Zühd kelimesine örnek cümleler...

Zühd: Dünyaya, maddeye ve menfaate hak ettiğinden fazla değer vermeme, rağbet etmeme, kanaatkâr olma, her türlü dünyevî ve nefsânî zevke karşı koyarak kendini ibadete verme anlamına gelmektedir.

ZÜHD KELİMESİNE ÖRNEK CÜMLELER

Büyüklerin hayatındaki, Hak yolunda infâk ve hizmet fazîletine dâir ideal davranışlar, bizler için güzel bir nümûnedir. Bir müslüman ne kadar zengin olursa olsun, maddî imkânlarının hakkını ve bedelini ancak mânevî dirâyetini artırdığı ve kalbî hayatını seviyelendirdiği nisbette verebilir. Mâneviyatta terakkî ettikçe zühd ve takvâ ölçülerine riâyet ve zenginliğe rağmen kâmil bir tevâzû sâhibi olabilmek, Ubeydullâh Ahrar Hazretleri’nin kıssasındaki kadar ideal bir noktaya varır.

*****

Tasavvuf, yeri geldikçe de temas ettiğimiz üzere İslâm’ı ihlâs, takvâ, zühd, ihsân, murâkabe, samîmiyet, teslimiyyet ve muhabbet ölçüleriyle yaşayabilmekten ibarettir. Onun en mühim mes’elesi de, bu gerçekleri anlatmaktan ziyâde onları hayatımıza imkân ve istîdâdımız nisbetinde yansıtabilmektir. Evvelce sâlih âlimler, yaptıkları her va’z u nasîhat ve anlattıkları her ilâhî güzellik ve ahlâk-ı hamîdeden sonra:

“Söylemek kolay, dinlemek kolay; fakat muktezâsınca amel etmek çok zor!..” derler ve gönüllerin kemâle ulaşması yolunda telkinde bulunurlardı.

*****

“Yıldırım Han, babası ve dedesi gibi âdil ve kâmil bir pâdişâhdı. İlim ehlini sever, onlara izzet ve ikrâm eylerdi. Âbid ve zâhid kimseleri ziyâde hoş tutardı. Kendi zühdü de âşikârdı. Gece gündüz tâat ile meşgûl idi. Eline içki kadehi bile almamış, hattâ çeng ve ney dahî dinlememiştir. O, Ömer -radıyallâhü anh- adâletinde bir şâh-ı Osmânî’dir.”

*****

Sultan Murâd, ilmi ve ibâdeti çok, zühd, verâ ve takvâsı ziyâde bir pâdişâhdı. Bunun içindir ki, tahtı henüz sağlığında iken evlâdına iki kez bırakabilmişti. Yoksa devlet idâre etmekten âciz ve cesâretsiz değildi. Zaten kazandığı parlak zaferler bunun en bâriz delîlidir.

*****

Bütün kâideler, hattâ şer’î husûslar bile onları tatbîk eden kimselerin kalbî âlem, olgunluk ve istikâmetlerine göre netice verir. Zîrâ kânunlar, keskin bir bıçak veya silâh gibidir. Hak ve adâleti tevzîde de kullanılırlar, nefsin galebesiyle binbir zulme de âlet edilebilirler. Yâni bıçak veya silâh, onları elinde tutanın durumuna göre hayra veya şerre kullanılabilirler. Gerçekten de çok güzel bir kâide, nefsâniyetine mağlûb bir kimsenin elinde hiç de istenilmeyen bir şekle bürünebilir. Nitekim târihte şerîat kânûnlarının cârî olduğu zamanlarda hüküm süren birtakım zâlim insanların uygulamaları böyledir. Meselâ dünyânın en büyük hukukçularından biri olan zühd ve takvâ sahibi Ebû Hanîfe Hazretleri, zâlimâne fiillere âlet olmamak için Bağdat kadılığını reddetmiş, bu sebeple devrin halîfesi tarafından hapsedilerek kırbaçlattırılmıştır. Yine Ahmed bin Hanbel gibi büyük bir İslâm âlimi, «Kur’ân mahlûktur» nazariyyesini reddettiği için zindana atılmıştır. Halbuki bu büyük şahsiyetler, şerîat nazarında herhangi bir cürüm işlememişler, aksine zâlimlerin nezdinde Allâh’ın kânûnlarını vikâye endişesi taşımışlardır. Yâni tamamen mâsûmdurlar. Buna rağmen şerîati tatbîkle mükellef bulunan halîfeler tarafından suçlu gibi cezâlandırılmışlardır. Bu da gösteriyor ki, kâide ve kânûnun ulviyyeti ayrı, onların tatbîki ayrı olarak değerlendirilmelidir.