Yarın Yaparım Diyenler...

Cemiyet Hayatımız

Dünya işlerini yarına bırakıp da bugünü âhiret ameliyle geçireceklerse ne âlâ. Değilse kaçırılan zaman geri gelmeyecektir. Gençlik devresi nefs ve şeytanın şiddetiyle istilâ edildiğinden az amele çok ecir vardır. 

Ey oğul!

Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle sana genç yaşta tevbe ile mâneviyata yönelmek nasîb olmuştur. Cenâb-ı Hakk nefis ve şeytandan sana bu tevbe üzerine sebat müyesser eylesin. Bu yolda mesâfe kat etmek için mubahın bile fazlasından sakınarak zarûret miktarıyla yetinmek gereklidir. Bu zarûret miktarının ölçüsü de kulluk vazîfesini îfâya muktedir olacak kadardır.

Kişinin hayırlı amel kazanacağı zaman gençlik yıllarıdır. Yiğit odur ki vaktini kaçırmadan fırsatı ganîmet bilir. Zîra muhtemeldir ki, ihtiyarlık zamanına ulaşamaz. Ulaşsa bile imkân ve iktidar bulamaz. Bu yüzden fırsat zamanı, ancak kuvvet ve iktidarın elinde bulunduğu günlerdir. Maîşet derdi evlâd u ıyâl endişesi hiç bir zaman ibâdeti tehir sebebi olamaz. Nitekim Peygamberimiz “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” buyuruyor.

Dünya işlerini yarına bırakıp da bugünü âhiret ameliyle geçireceklerse ne âlâ. Değilse kaçırılan zaman geri gelmeyecektir. Gençlik devresi nefs ve şeytanın şiddetiyle istilâ edildiğinden az amele çok ecir vardır. Sadece nefsin istilâsı devrinde ise ecir o derece değildir. Nitekim bir dönüm yer düşman istilâsı zamanında süvariler için pek kıymetlidir. Ama düşman şerrinden emîn olunduğu zaman o îtibar kalmaz.

İnsanın yaradılışının hikmeti, yemek, uyumak ve boş vakit geçirmek değil, ubûdiyet vazîfelerini îfâ ile mütevâzıâne Hakk’a ilticâ etmektir. Şer-i şerîfin emrettiği her ibâdetin edâsından maksat kulların menfaat ve maslahatlarıdır. Yoksa Allâh’ın bunlara bir gûnâ (hiç bir surette) ihtiyacı mevzûbahis değildir. Hakk teâlâ müstağnî olduğu halde kullarını emir ve nehiylerle yüceltmiş ve yükselme yolları açmıştır. Biz âcizlere düşen bunların şükrünü tam olarak îfâ eylemektir.

Dünyevî mevkî sahipleri bile kendi emirleri altında bulunan bir kimseye bir hizmet emrettiğinde hizmet ne kadar ağır olsa da o kimse “Bu işte âmire âit bir fayda vardır.” diye âmirinin emrini azîz bilip memnuniyetle tam yerine getirmek ister. Acaba Cenâb-ı Hakk’ın azameti bunların nazarında daha kemter midir ki, onun ahkâmına imtisâle gayret sarf etmezler.

Cenâb-ı Hakk’ın emir ve nehyine imtisâl etmemek iki sebepten olur; ya şeriatın haberlerini yalan ve asılsız zannedip îtimad etmemekten, ya da emr-i Hakk’ın azametinin nazarlarında insanların azametinden daha hakîr olmasındandır. Defalarca yalancılığı denenmiş bir adam bile kalkıp bize “Düşman falan kavmi istilâ etti, bize doğru geliyor.” dese o şahsın yalancı olduğunu bilmemize rağmen tehlike ihtimâli olan mahalde tedbir alır, o belânın def’i çârelerini düşünürüz. Muhbir-i Sâdık yani verdiği her haber doğru olan aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm mubalâğa ile azâb-ı uhrevîden haber verdiği halde hiç müteessir olmuyoruz ve onun def’i çarelerini düşünmüyoruz. Bu nasıl îmândır ki, doğru sözlünün haberine yalancı kadar îtibar edilmez. Böyle sûrete münhasır bir müslümanlık bizi kurtarmaz, yakîn hâsıl eylemek lâzımdır.

Hakk subhânehü ve teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah onların her yaptığını görücüdür.” (Bakara Sûresi, 96) buyurmaktadır. Çirkin bir fiili işleyen kimse o fiili işlerken sıradan bir kimsenin bile kendini görmesini istemez ve gördüğünü hissettiği an onu işleyemez. Bunun da iki sebebi olabilir. Ya Hakk teâlânın haberine îtimad eylemezler veyâhut Hakk teâlânın muttalî olduğuna îtibar eylemezler. Her ikisi de îmâna yakışmaz ve bu halde bulunana tecdîd-i îmân lâzım gelir.

Dînin hükümlerini sâlih âlimlerden sorup öğrenmek lâzımdır; zîra onların sözleri daha müessirdir. Fakat ilmi, mal ve mevkîe kurban eden dünyalık âlimlerden de mümkün mertebe uzak olmalıdır. Eğer muttakî âlim yoksa onlarla zarûret miktarı ihtilât edilebilir. Zarûretten fazlası câiz değildir. Bütün bu söylenilenlerden maksad ameldir; mücerred ilim yetmez. Nitekim bir hasta kendi hastalığının devâsını bilse o ilacı yapıp tatbik etmedikçe şifâ bulamaz. İlaç bilmek fayda vermez.

Ramazanoğlu M. Sâmi, Musâhabe-6, s. 62-65

Kaynak: M. Sâmi Ramazanoğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 392