Yahudilik Ve Hıristiyanlıktaki Tanrı İnancının İslâm Akaidi Açısından Değerlendirilmesi

Din

Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki tanrı inancı ile İslamiyet'teki Allah inancı arasındaki fark nedir?

1-Tevhid Akidesinin Diğer Dinlerdeki Tanrı Tasavvurları ile Mukayesesi

Burada İslâm inancının özünü oluşturan Tevhid akidesini hulasa ederek gerektiği yerlerde Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki yanlış Tanrı telakkilerini ortaya koymaya çalışacağız.

Bilindiği gibi diğer ilahî dinlerde de (Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da) Allah inancı mevcuttur. Ancak bu dinlerin Tanrı inancı İslam’ın Tevhit merkezli evrensel bir İlah anlayışı ile mukayese edildiğinde çeşitli yanlışlıklar arzetmektedir.  Bu yanlışlıklar yüzünden söz konusu dinlerin Tanrı inancıyla İslam’ın Tevhid akidesi tam olarak bağdaşmaz.

İslâm akidesinin esasını, azîz ve âlim, âdil ve kadîr, âlemlerin Rabb’i olan Allah inancı oluşturur. Allah, gökleri ve yeri, hayatı ve ölümü yaratan, ezelî ve ebedî yegane ilahtır. Canlılara rızık veren, kainattaki küçük veya büyük her hali ve işi bilen ancak O’dur. Kullarının yardımcısı, yetimlerin koruyucusu, yoldan çıkanların mürşidi, felakete uğrayanların kurtarıcısı ve kendine yönelenlerin affedicisi ve merhamet edicisidir. O doğmamış ve doğurulmamıştır. Tektir, eşi ve benzeri yoktur.

Allah varlığını, bilgisini ve gücünü, yarattığı harikalarla, onlara verdiği yeteneklerle gösterir. İnsan yapısı O'nu doğrudan doğruya, beş duyu ile kavramaya yeterli değildir. Nitekim Hz. Musa O'nu gözleriyle görmekte ısrar edince, Allah’ın karşı dağdaki bir anlık tezahürüne dayanamayıp bayılmıştır.

İslâm akidesi, Yüce Allah’ın yarattığı mahluklara dönüşebileceği, onlarda müşahhaslaşabileceği, görülebileceği yönündeki tüm görüş ve tasavvurları şiddetle reddeder. Bilindiği gibi Hıristiyanlıkta Tanrı yaratılmış olan İsa’da kelam şeklinde tezahür etmiş ve Rabb’e ortak kabul edilmiştir. Başka bir ifade ile Hıristiyanlıkta Tanrı, insan seviyesine düşürülürken, insan da Tanrı derecesine yükseltilmiştir.

Yahudilikte de Tanrı’ya oturması, kalkması, kızması, güreşmesi ve intikam  alması gibi beşeri sıfatlar isnad edilmektedir ki İslâm akidesi bunu hiçbir şekilde kabul etmemektedir.  İslâm’a göre Allah Teala bütün beşerî sıfatlardan münezzeh olup yarattığı hiçbir varlığa benzetilemez.

Beşeri dinlerden Hinduizm’de avatara inancı mevcuttur.  Bu inanca göre Tanrı,  insan veya başka bir varlık şeline girerek yeryüzüne iner. Hindu tanrılarından Vişnu’nun bu şekilde 10 veya 22 defa yere indiği söylenir.

İslâm’da melek, cin veya başka bir varlığın Allah’ın yaratıcılığına yardımcı olması, Allah’ın takdir ve icraatına müdahale etmesi gibi bir inanç kesinlikle yoktur. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: “De ki Allah’ın dışında tanrı saydığınız şeyleri çağırın. O sahte tanrılar ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığınca bile bir şeye sahip değildirler. O tanrıların, göklerin ve yerin yaratılması ve idaresinde hiçbir ortaklığı yoktur. Allah’ın onlardan hiçbir yardımcıya ihtiyacı yoktur.[1]

Başka bir âyette ise şöyle buyrulur: "Ben onları, ne göklerin ve yerin ve ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurmadım; yoldan saptırıcıları (kendime) yardımcı tutmuş da değilim."[2]

Âyetlerde de görüldüğü gibi İslâm, Hıristiyan­lık inancındaki kainatı Hz. İsa'nın yarattığı görüşünü kesinlikle reddeder. Kaldi ki ancak bir insan ve peygamber olan Hz. İsa’nın kainati yaratması imkansızdır.

İslâm, çok-tanrıya inananların (politeistlerin) tasavvur ettiği gibi herhangi bir fizikî görünümle müşahhaslaşan Tanrı'nın bir veya daha çok zevce edinebileceği, onlardan oğulları ve kızları olabileceği, yani kendi varlığından her ne suretle meydana gelirse gel­sin, daha alt derecede Tanrılar veya tanrısal varlıklar oluşabileceği görüşlerini de kesinlikle kabul etmez.

İslam, hulûl, inkarnasyon, avatara vs. gibi tarihin veya günümüzün bu yöndeki tüm tasavvurlarını reddeder. Hulül, inkarnasyon ve avatara tanrının insan veya başka bir varlık şekline bürünmesi anlamına gelen müteradif kelimelerdir. İslâm, bu tür tasavvurları şirk ve politeizm olarak değerlendirir. Melekler gibi varlıklara uluhiyet isnadını da kabul etmez.

Yine İslâm, Allah’ın insanlarla veya başka varlıklarla alaka kurabilmek veya yarattığı varlıkları başka varlıkların şerrinden koruyabilmek için mahlükatı içinde kendini gizlemesini, her hangi bir varlık şeklinde görünmesini (avatarasını-inkarnasyonunu) kabul etmez.  Bunu, Tanrı'ya yapılan acizlik ve zayıflık is­nadı olarak değerlendirir.

Allah’ın sıfatları yarattıklarında da tezahür eder, ancak o sıfat ve özellik Allah’ın ken­disi veya kendisinin bir cüz’ü değildir. Bu sebeple İslâm’da Hinduizm ve Hıristiyanlıktaki gibi kısmî de olsa avatara (veya inkarnasyon) tasavvurları bulunmaz. Yüce Allah, kelamı ve küllî iradesiyle istediğini yaratır. Bu sebeple İslâm, ezelî ve ebedî tanrısal oğul ve diğer tanrısal varlık tasavvurlarını kabul etmez.

Örneğin Kur'an lafız ve mana olarak Allah Kelamı’dır. Ama bu kelam, ne Allah’ın kendisi ne de O’nun bir cüz’üdür. Nasıl ki tabiatta cereyan eden olaylar O'nun Sani (yaratıcı) sıfatının tezahürü ise aynı şekilde sözü de kelam sıfatının görünümü mahiyetindedir. Fakat bu kelam, Allah değildir. Dolayısıyla İslâm’da hıristi­yanların ileri sürdüğü gibi Logos'un (tanrı kelamının) Tanrı’nın kendisi ya da O’nun bir cüz’ü olduğu görüşü de ka­bul edilmez.

İslâm, Hinduizm veya benzeri sistemlerdeki Tanrı’nın (işvara'nın) çok uzaklarda olduğu, mahlukatı duyabilmesi için ara tanrısal varlıklara veya kutsal kişilere ihtiyacı olduğu gibi bir inancı reddeder. İslâm’a göre, Allah insana veya diğer varlıklara kendilerinden daha yakındır. Yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirir: “Muhakkak ki insanı biz yarattık ve nefsinin insana fısıldadıklarını çok iyi biliriz. Zira biz ona şah damarından daha yakınız.[3]

Yüce Allah, her hangi bir ağaçtan düşen kuru yapraktan dahi haberdardır. Allah’ın varlıkları duyabilmesi için hiçbir aracıya ihtiyacı yoktur. Zira Allah’ın dışındaki tüm varlıklar, O’nun yüce kudretiyle yaratılmıştır. Tüm varlıklar, her an O’na muhtaç durumdadır. Ancak Yüce Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

Allah, Hıristiyanlıkta olduğu gibi farklı cevhe­rlerin sentezinden oluşmuş tek varlık halinde tasavvur edilse dahi, bu ve benzeri tasavvurlar İslâm’da kabul edilmez. Nitekim, eski İran dini olan Parsizm'de ortaya çıkan ve Tanrı'dan ezelde sudur ettiğine inanılan kötülük tanrısı (Ehriman) ve iyilik tanrısı (Angramainyu) düalizmini de İslâm kabul etmez.

İslâm, din adamlarının Tanrı adına hüküm verme­lerini, onların içtihatlarının ilmi görüş değil de ilahi vahiy gibi algılanmasını reddeder. Hıristiyanlıktaki papaların yanılmazlığı (la yuhti) inancını Allah’a eş koşmak olarak kabul eder. Nitekim Kur'an’da şöyle buyrulur: "Onlar, bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler."[4] İslâm, Allah adına kural koymayı, hüküm­ vermeyi Allah’tan başka Tanrı’lar edinmek ve onlara tapmak olarak telakki eder.

Bu ayeti duyduklarında şaşkınlıkla karşılayan sahabelere Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: “Allah’ın helal kıldığına haram, haram kıldığına helal demişlerdir. işte bu onlara ibadet etmek demektir.”[5]

Allah’ın varlığı, ancak kendisinin bildirdiği kadarıyla bilinebilir, onun bildirmediği hususlar, hiç bir mahlükatın kavrayamayacağı bir sır olarak kalır. Çünkü beşerin aklı Allah’ı bütün mahiyetiyle kavrayabilecek bir güç, kapasite ve istidada sahip degildir. Bilindiği üzere beşer aklı, sınırlı olup sınırsız olan Yüce Allah’ı hakkıyla kavramaktan acizdir. Biz kulları, O’nu ancak yine kendisinin bildirdiği sıfatları kadarıyla tanıyabiliriz.

Burada İslam’ın uluhiyet anlayışının iyice kavranabilmesi için itikadi açıdan Allah’ın sıfatlarını ele alarak açıklamaya çalışacağız. Bu esnada diğer dinlerdeki yanlış uluhiyet tasavvurarına dikkat çekerek  itikadî açıdan derğerlendirmesini yapacağız.

Yüce Allah’ın sıfatları genellikle Zatî ve Sübutî sıfatlar olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Zatî sıfatlar, Allah’ın zatı ile alakalı olup O’nun dışındaki hiçbir beşerî varlığa izafe edilmeyen sıfatlardır. Sübutî sıfatlar ise daha ziyade mahlukata da müteallık yönleri bulunan sıfatlardır. Ancak yine de Yüce Allah’ın sübütî sifatları ile mahlukatın sıfatları arasındaki benzerlik, mutlak benzerlik değildir. Bu benzerlik, insanların bu sıfatlarla Allah’ı daha iyi kavramalarına yardımcı olur.

Mesela Allah’ın görmesi ile insanların görmesi aynı değildir. İnsanın görebilmesi için göz organına ihtiyacı vardır. Aynı zamanda insan herşeyi görebilme imkanına da sahip değildir. Yüce Allah ise göz organına ihtiyaç duymadığı gibi görmesi insanınki gibi sınırlı da değildir.[6]

2-Allah’ın Zatî Sıfatları

a-Vücud (Varlığının Zaruri Olması)

Allah’ın var olması ve varlığının hiçbir şeye muhtaç olmaması demektir. Allah vacibu’l-vücuddur, yani varlığı zorunlu olup yokluğu düşünülemez. Cenab-ı Hakk’ın dışındaki varlıklar ise mümkinü’l-vücud’dur, yani olmaları zorunlu değildir, olmasalar da olur. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurur:

“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O,  Hayy (diri) ve Kayyum’dur (bütün mahlukatın idaresi kendisine aittir). Kendisine ne uyku gelir ne uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’na aittir.”[7]

Kainatta akılları hayret ve acze düşüren bir nizam ve ahengin bulunduğu aşikardır.  Bu nizam ve ahenk, kainat yaratılalı beri son derece hassas hesapların ilahî dengesi içerisinde hiç şaşmadan devam etmektedir.

Malum olduğu üzere dünyanın ekseninde 23.5 derecelik bir eğim bulunmaktadır. Şayet bu eğim olmasaydı, mevsimler oluşmazdı. Aynı şekilde güneşle dünyamız arasındaki mesafe biraz fazla olsaydı, her yer  buz haline gelir, ya da mesafe biraz yakın olsaydı, her şey yanar kül olurdu. İşte bu nizam ve ahengin bozulmadan devam etmesi, Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren en kuvvetli delillerden biridir. Allah’ın varlığı ve birliğine delalet eden benzer misalleri saymakla bitiremeyiz. Yüce Allah bu nizama şöyle dikkat çekiyor:

O Allah yedi semayı birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı, Rahman’ın bu yaratmasında bir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak. Bir nizamsızlık göruyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevir ve bak. Göz aradığı nizamsızlığı bulamadan hor ve hakir sana döner.[8]

b-Kıdem (Ezeli Olması)

Yüce Allah’ın evvelinin olmaması demektir. Evvel, ahir, başlangıç, sonuç gibi kelimeler, zaman ifade eden sözlerdir. Halbuki zamanı da yaratan Yüce Allah’tır. O,  zaman ve mekandan münezzehtir.

Allah Teala “O Allah evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır...”[9] buyurur. Ancak buradaki evvel ve ahir kelimeleri, Allah’a zaman izafe etmez. Bunların manası, mahlukata nispetle evvel ve ahir olarak nitelendirilmektedir. Zira bu sıfatlar, daha mahlukat yaratılmadan önce Allah Teala’nın mevcud olması, mahlukat yok olduktan sonra da varlığının devam etmesi demektir.

Hıristiyanlıkta Baba Tanrı ile birlikte Tanrı Kelamı olarak vasıflandırılan Oğul İsa da ezeli bir varlık olarak kabul edilir. Nitekim Yuhanna İncilinde şöyle denir: “Kelam başlangıçta var idi ve kelam Allah nezdinde idi ve Kelam Allah idi, o başlangıçta Allah nezdinde idi, her şey onunla oldu ve olmuş olanlardan hiçbir şey onsuz olmadı...”[10]

Yukarıdaki ifadelerde de görüldüğü gibi Hırisitiyanlıkta iki ezeli varlığın bulunduğu iddia edilir. Hıristiyanlar, bir taraftan İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu savunurlar. Buna göre İsa Tanrı tarafından yaratılmış bir varlıktır. Diğer taraftan İsa’nın Tanrı’nın ezelî bir kelamı olduğunu öne sürerler. Buna göre de İsa’nın yaratılmamış bir varlık olması (oğul olmaması) gerekir. Bu iki durum, Hıristiyanlıktaki Tanrı inancının kendi içinde çelişkili olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

c-Beka (Ebedî Olması)

Allah Teala’nın sonunun olmaması, ebedî olması demektir. Allah tarafından yaratılan canlı-cansız her varlığın belirli bir eceli/sonu vardır. Allah’ın dışında eceli gelen her varlık, yok olacaktır.

Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O’nun zatından başka herşey yok olacaktır. Hüküm O’na aittir ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.” Başka bir ayette de şöyle buyrulur:  “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabb’inin zatı baki kalacaktır.”[11]

d-Vahdaniyyet (Bir Olması)

Yüce Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir tek olması; eşi, ortağı ve benzerinin bulunmaması demektir. Allah hakkında vahdaniyyetin zıddı olan çokluk ve şirk düşünülemez.

İslâm inancına göre Allah birdir ve tektir. Bu bir oluş, sadece sayı açısından değil, O’nun zatında, sıfatlarında, fiillerinde, yücelik ve şerefte, hüküm ve otoritede eşi ve benzeri olmayışı açısındandır. Allah’tan başka hiçbir yaratıcı yoktur ve kulluk ancak Allah’a yapılır.

Kur’an-ı Kerim baştan sona dikkatli bir şekilde gözden geçerilirse Allah’ın, kullarından talep ettiği en mühim hususun vahdaniyet prensibi olduğu görülür. Yüce Allah, teslis ve şirk gibi vahdaniyyet ilkesini zedeleyici her türlü inancı kesinlikle reddeder. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın birliğinden, eşi ve benzeri bulunmadığından bahseden pek çok ayet vardır:

“De ki: O Allah’tır, bir tektir, hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk olamaz.”[12]

“Allah hiçbir evlat edinmemiştir. O’nunla birlikte hiçbir tanrı da yoktur. Öyle olsaydı bu durumda her tanrı kendi yarattığını alır götürür, kimi kiminin üzerinde yücelik iddia ederdi. Allah, inkarcıların  isnadlarından münezzehtir.”[13]

Evrenin yaratılışındaki ahenk ve düzen, tabiat kanunlarının en küçük sapma dahi göstermeden sürüp gitmesi, yaratıcının bir ve tek olduğunun en büyük delilidir. Şayet kainatı idare eden kudret tek ve bir olmasaydı, iradeler arasındaki farklılıklar sebebiyle evrendeki eşsiz düzen ve sistem birbirine karışır, adeta bir kaos olur ve neticede hayat imkansız hale gelirdi.

Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur: “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka tanrılar olsaydı, gökler ve yerin düzeni bozulurdu.”[14] Yerle göklerin düzeni bozulmadığına göre Yaratıcı olan Allah tektir, onun eşi ve benzeri yoktur.

Daha önce de Yahudiler, sürgünde kaybolmuş olan Tevrat’ı tekrar derleyip topladığı için  Uzeyir’e (İbranicede Ezra) aşırı bir tazimde bulunmuş ve onu Allah’ın oğlu olarak kabul etmişlerdir. Bu husus, Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:

“Yahudiler Uzeyir Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da Mesih Allah’ın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözleridir (gerçekle alakası yoktur). Bu söz, kafirlerin sözlerine benzemektedir. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan yüzçeviriyorlar. Yahudiler Allah’ı bırakip hahamlarını; Hıristiyanlar da rahiplerini ve Meryem oglu Mesihi rab edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O’dan başka hiçbir ilah yoktur. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehhtir.”[15]

Yahudiler Tevrat’ın hükümleriyle amel etmeyi bırakınca Yüce Allah Tevrat’ı ihtiva eden Tabut’u (Ahid Sandığını) ortadan kaldırmış ve böylece Tabut düşmanların eline geçmiştir. Neticede Tevrat’ın yazılı metni yahudilerin ellerinden gittiği gibi hafızalarındaki âyetler de zaman içerisinde büsbütün silinmiştir.

Tevrat’ın ortadan kalkmasına üzülen Üzeyir’in (Ezra), Tevrat’ın kendisine verilmesi için çok yalvardığı rivayet edilmiştir. Nihayet Allah’a ibadet ederken Allah tarafından içine bir nur dolduğu ve Tevrat’ın olduğu gibi kalbine doğduğu ileri sürülmüştür. Üzeyir Allah’ın Tevrat’ı kendisine verdiğini kavmine duyurmuş ve Kutsal kitabı kavmine öğretmiştir. Bundan dolayı, İsrail Oğulları “Üzeyir Allah’ın oğlu olmasaydı Tevrat kendisine verilmezdi” diyerek kendisine Allah’ın oğlu yakıştırmasında bulunmuşlardır.[16]

İsrail Oğulları’ndan alınmış olan bu rivayetin Tevrat’a sahihlik kazandırmak için yahudilerin uydurması olduğu anlaşılmaktadır. Gerçek şudur ki yahudilerin kutsal kitaplarını taşıyan sandık, birkaç kez düşmanların eline geçmiş, kutsal kitap saldırıya uğramiş, bizzat Hz. Musa’ya verilen vahiy nüshaları kaybolmuştur.

Yahudi din adamları hafızalarında kalan âyetleri parça parça yazmışlardır.  Babil esaretinde iyi bir yazıcı olan Ezra bu şifahi ve kısmen yazılı rivayetleri bir araya toplayip yahudi kutsal kitabını bir bütün halinde ortaya çıkarmıştır. Bu hizmetinden dolayı Ezra İsrail Oğullarının takdir ve saygısını kazanmış, bu saygı zamanla o kadar aşırı bir noktaya varmış ki bir kısım yahudiler Ezra’ya ikinci  Musa demişler ve hatta daha da ileri giderek onu Allah’ın oğlu saymışlardır.[17] Kur’an-ı Kerim yahudilerin bu yanlış inançlarını kesinlikle reddetmektedir.[18]

İncillerde Cenab-ı Hak hakkında “peder” sözünün kullanıldığı görülür. Bunun hakiki olarak değil, mecazi olarak kullanıldığı ve Mâlik, Hâfız manasına geldiği kabul edilir. Çünkü, incillerde Cenab-ı Hakk’ın yalnız Hazreti İsa’nın  değil, insanların da Pederi olduğu yazılıdır.[19]

Eğer oğulluk Hazreti İsa hakkında hakiki manada ise, insanlar hakkında da hakiki manada olmalıdır. O halde, insanların dahi Allah’ın oğulları olmaları lazım gelir. Bunun Hazreti İsa’ya has kılınmasında bir mana bulunamaz. Eğer oğulluk, insanlar hakkında mecazi manada ise ise, Hazreti İsa hakkında da mecazi olması gerekir. Dolayısıyla Yüce Allah, hiç kimsenin pederi olmadığı gibi, hiç kimse de O’nun oğlu değildir. Netice itibarı ile hıristiyanların baba-oğul ilişkisinde açık bir çelişkiye düştükleri görülür.[20]

Hıristiyan propagandacıların (misyonerlerin) iddialarının tersine incillerde Hazreti İsa’nın peygamberden başka bir şey olmadığı açıkça ifade edilir.[21]

Hıristiyanlığın dayandığı Eski Ahit’te titiz bir şekilde üzerinde durulan Tevhid inancı, Hint ve Yunan kültürünün etkisiyle tevhide aykırı bir şekle girmiştir. Yukarıda da ifade edildiği gibi teslisin Hıristiyanlığa girmesi hayli sonra olmuştur.

Başlangıçta saf bir tevhid akidesine sahip olan Hıristiyanlığ’a sonradan girmiş bulunan teslis inancının incillerde sağlam bir deliline rastlanmamaktadır. Aksine muharref incillerde bile Tanrı’nın tek olduğu bir çok yerde vurgulanmıştır. Nitekim İsa şöyle demiştir: “Dinle ey İsrail! Allah’ınız Rab bir olan  Rab’dir.[22]

325 yılında toplanan İznik konsilinde henüz teslis yoktu. Orada sadece Baba ve Oğul’un tanrı olduğu ve onların aynı cevherden meydana geldiği iddia edilerek ikili bir tanrı telakisi kabul edildi. Daha sonra 533 yılında toplanan Kostantinopolis konsilinde teslis inancı benimsendi.

Bugün yapılan itirazlar karşısında teslisin yorumu yapılarak “Tanrı tektir ve güç ondadır, İsa ise onun sadece oğludur, Ruhul-kudüs de gücüdür.” gibi ifadeler, Hıristiyanlık inancını teslisten kurtarmaya yetmemektedir. Ayrıca her türlü noksanlıklardan ve beşeri sıfatlardan münezzeh olan Allah’a oğul isnadı, Yüce Allah tarafından şiddetle reddedilmiştir.

Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah oğul edindi dediler.  Haşa! O, bundan münezzehtir. O, zengindir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur). Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Onun oğlu olduğu hakkında hiçbir deliliniz yoktur. Allah’a karşı ilim ile ispat edemeyeceğiniz şey mi isnad ediyorsunuz. De ki elbette Allah hakkında yalan uyduranlar iflah olmazlar.[23]

Yüce Allah bir çok âyette Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu olarak kabul edenlerin mümin olmadığını, hıristiyanların bu iddialarıyla Allah’a ortak koştuklarını haber vermekte; Hz. İsa’nın da diğer peygamberler gibi ancak Allah’ın bir elçisi olduğunu bildirmektedir. Bu husus şu âyetlerde çarpıcı bir şekilde dile getirilmiştir:

“Şüphesiz ‘Allah ancak Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler elbette kafir olmuşlardır. Halbuki Mesih ‘Ey İsrail Oğulları! Benim ve sizin Rabb’iniz olan Allah’a kulluk edin. Zira kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun ebedî ikametgahi cehennemdir. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur’ demiştir.”

“Şüphesiz ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kafir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezlerse içlerinden kafir olanlara yakıcı bir azap isabet edecektir.” “Hala Allah’a tevbe edip O’ndan mağfiret dilemeyecekler mi? Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”

“Meryem oğlu Mesih ancak ve ancak bir peygamberdir. Ondan önce de bir çok peygamber gönderilmiştir. İsa’nın annesi de sıddika (özü sözü doğru) bir hanımdır. Onların ikisi de yaşamak için yemek yerlerdi (Yaşamak için yemeğe ihtiyacı olan nasıl tanrı olabilir?) İşte bak onlara delilleri nasıl açıklıyoruz. Bak haktan nasıl da yüz çeviriyorlar!”[24]

Bu ve benzeri âyetlerde Hz. İsa’nın ancak bir peygamber olduğu, insanları yalnız tevhide davet ettiği görülmektedir. Yine benzer âyetlerde Allah’ın birliğine, eşi ve benzeri olmadığına vurgu yapılmakta, buna mukabil teslis gibi tevhide aykırı inançlar kesin olarak reddedilmektedir.[25]

İncillerde Hz. İsa’nın istemeyerek çarmıha gerildiğini gösteren ifadeler bulunmaktadır. Mesela Hz. İsa çarmıha gerilmesi için götürülürken kendisine hakaretler edilmiş, üzerine tükürülmüş ve kendisiyle alay edilmiştir. Ayrıca hıristiyanların iddiasına göre İsa çarmıha gerilirken “Allah’ım, Allah’ım! Beni niçin bıraktın?” diye yüksek sesle Allah’tan yardım dilemiştir.[26]

Eğer iddia edildiği gibi Hz. İsa’da ilahlık vasfı olsa idi, sosyal ve siyasi açıdan oldukça zayıf bir durumda olan yahudilerin elinde aciz kalıp kurtulmak için sığınacak bir yer arama lüzumu elbette hissetmezdi.

Hz. İsa’nın uluhiyeti iddia edilirken, onun öldürüldüğü de kabul edilmektedir. O halde onun ölümünden sonra kainatın devam ve bekası, tanrılardan biri olmadan eksik tanrı ile nasıl mümkün olabilmiştir? Ya da o doğmadan önce  dünya ve insanlık eksik tanrılarla mı idare edilmiştir?

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, hıristiyanların tanrısı kendisini bile korumaktan aciz, zavallı bir tanrı görünümündedir.

İslâm dini, mensuplarına tevhid hususunda son derece hassas olmalarını emretmiş, tevhidi zedeleyecek en küçük hususları bile şiddetle reddetmiştir.

İslâm tarihinde, Hz. Muhammed (s.a.) ile Necran hıristiyanları arasında geçen şu olay, onların Hz.  İsa’ya uluhiyet isnadında samimi olmadıklarını göstermesi bakımından ilginçtir:

Necran hıristiyanlarından bir heyet Rasulullah’a (s.a.) gelerek: “Kur’an-ı Kerim de Hz. İsa’nın babasız olduğunu kabul ettiğine göre o, Allah’tır” dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:

“Ey Resulüm! Seninle bu hususta tartışanlara de ki: Geliniz, sizler ve bizler, siz kendi çocuklarınızı, biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım. Sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim...[27]

Allah Rasulü (s.a.) âyet-i kerime gereğince bu teklifi yaptığında Necranlı hıristiyanlar buna yanaşmamışlardır. Onların bu haraketi de açık bir şekilde Hz. İsa’nın ilah olmadığını, bunu bizzat hıristiyanların da kabul ettiğini göstermektedir.

 Bütün bu izahlardan da anlaşıldığı gibi İslâm inancının temel esasını vahdaniyyet prensibi  oluşuturur. İslâm, düalizm (iki tanrıcılık), şirk, teslis gibi tevhid akidesine aykırı olan tüm inaçları reddeder.[28]

“İlahınız bir tek ilahtır. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O Rahman ve Rahimdir” [29]

e-Muhalefetün Lil-Havadis (Yaratılanlara Benzememesi)

Yüce Allah, yaratılmışlardan hiçbir şeye benzemez. O’nun eşi ve benzeri yoktur. O her türlü beşerî sıfatlardan münezzehtir.

Bugün aslı bozulmuş dinlerin inanç sistemlerinden birisi de bu hususla yakından alakalıdır. Onlar Yüce Allah’ın müteal ve her türlü noksanlıklardan münezzeh olması ve hiçbir beşere benzememesi şeklindeki doğru inançtan sapmışlar, kendi arzularına göre derledikleri kitaplarında Allah hakkında nice beşerî yakıştırmalarda bulunmuşlardır.

Özellikle Tevrat’ta yahudilerin tanrısı Yahve beşerî/antropomorfik karakterli bir tanrı olarak zikredilir. O insan şeklinde yeryüzüne inen, insanlarla görüşen, yemek yiyen, su içen, yorulan, dinlenen, koklayan, ayaklarını yıkayan, ya da insanlarla güreş tutup yenilen bir tanrı olarak tezahür eder. Bu haliyle o sadece yahudilerin tanrısı olarak bir kabile veya klan tanrısına indirgenmiştir.[30]

İnsanoğlunun kendi hayal dünyansında üretip sonra da inanmaya kalktığı yanlış tanrı telakkilerine cevap olarak Kur’an’da şöyle buyrulur: “O’nun aynısı gibi bir ilahın bulunması şöyle dursun O’na benzer bile hiçbir ilah yoktur.”[31]

f-Kıyam Bi Nefsihi (Hiçbirşeye Muhtaç Olmaması)

Yüce Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmaması, bütün mahlukatın kendisine muhtaç olması demektir. Yüce Allah kendiliğinden vardır. Var olmak için bir yaratıcıya, bir zamana, bir yere ve bir sebebe muhtaç değildir. Allah’tan başka bütün varlıklar gerek varoluşlarında gerekse yokoluşlarında Allah’a muhtaçtırlar.

Yüce Allah şöyle buyuyur: “De ki: Allah bir tektir. Allah her şeyden müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir (Samed’dir).[32] “Ey iman edenler! Siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise müstağnidir (hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır), övülmeye layıktır.” [33]

3- Allah’ın Sübütî Sıfatları

Sübutî sıfatlar yukarıda da ifade edildiği gibi mahlukata da müteallık yönleri bulunan sıfatlardır. Ancak yine de Yüce Allah’ın sübûtî sıfatları ile mahlukatın sıfatları arasındaki benzerlik mutlak benzerlik değildir. Bu benzerlik, sadece insanların bu sıfatlarla Allah’ı daha iyi kavramalarını sağlamaktadır.

a-Hayat (Diri Olması)

Allah Teala’nın diri olması demektir. Allah Teala, ezeli ve ebedi bir hayata sahiptir. Diri ve canlıdır. Her şeye, kuru ve cansız toprağa hayat veren de O’dur. Hayat Allah’ın zatından asla ayrılmayan bir kemal sıfatıdır. Çünkü varlığın kamil olması, onun diri olmasıyla mümkün olabilir. İlim, irade ve kudret gibi sıfatlara sahip olan varlığın diri olması zaruridir. Hayatın zıddı olan memat (ölüm) Allah hakkında düşünülmesi imkansız olan bir sıfattır. Hayy sıfatı hadislerde Allah’ın en büyük ismi (ism-i azam) olarak anılır.[34]

İslam, Hıristiyanlıkta üç tanrıdan biri olarak kabul edilen İsa’nın öldürülüp yeniden dirilmesi gibi bir akideyi kesin olarak reddeder. Yine Niçe gibi “Tanrı öldü” diyen filozofların sözlerini ise  ciddiye bile almaz.

Yüce Allah şöyle buyurur: “O daima diridir (Hayy). O’dan başka hiç  bir ilah yoktur. O halde ona dinde ihlaslı kimseler olarak dua edin...[35]

b-İlim (Her Şeyi Bilmesi)

Allah Teala’nın kemal sıfatlarından biri de ilimdir. Allah her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı, olacağı, geçmişi,  geleceği, gizliyi, açığı bilir. Allah’ın ilmi yaratılmışların ilmine benzemez, artmaz ve eksilmez. O herşeyi ezelde bilir. İlim sıfatının Allah’a ait oluşu kesin ve kaçınılmazdır; zıddı olan bilgisizlik ve unutma ise O’nun hakkında imkansızdır.

Evrende görülen bu ahenkli ve şaşmaz düzen onun yaratıcısının engin ve sonsuz ilim sahibi olduğunun en büyük delilidir. Kendisinde herhangi bir değişiklik olmayan Allah’ın ilmi, her şeyi kuşatmaktadır. Bunun bilincinde olan bir Müslüman, her an yaptıklarının Allah’ın bilgisi dahilinde olduğunu düşünerek davranışlarına çeki düzen verir; kötü işlere yöneldiğinde derin bir pişmanlık duyarak kendisini frenler.

Yüce Allah buyurur. “De ki: İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir.”[36] “Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.”[37] “Şüphesiz insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”[38]

c-Semi (Her Şeyi İşitmesi)

Allah Teala’nın işitmesi anlamına gelen ve kemal ifade eden sıfatlarındandır. Allah Teala gizli, açık, fısıltı halinde yavaş veya yüksek sesle ne söylenirse işitir. O’nun bir şeyi duyması, o anda ikinci bir şeyi işitmesine mani değildir. Halk dilinde söylenen “Yüce Allah karanlık gecede kara taşın üzerinde kara karıncayı görür ve onun ayak sesini duyar.” Sözü, Allah’ın işitme sıfatını güzel bir şekilde izah eder. Allah Teala işitmek için herhangi bir alet veya organa da muhtaç değildir. İşitmeme ve duymama sıfatı, Allah hakkında düşünülemez.

d-Basar (Her Şeyi Görmesi)

Allah’ın görmesi anlamında olup O’nun sübütî sıfatalarından biridir. Allah, her şeyi görücüdür (basirdir). Gizli-açık, aydınlık-karanlık ne varsa Allah hepsini görür. Basar’ın zıddı olan körlük ve görememe bir eksiklik olduğundan Allah hakkında düşünülemez. Konuyla ilgili bir âyette “Şüphesiz Allah,  hakkıyla işiten ve görendir.” buyrulur.[39]

İslâm alimlerinden birisi şöyle demiştir: Ey korkusuz kimse! Tenha köşelerde yaptığını mertsen çarşının ordasında da aynı şekilde yap da halktan mı Hâlik’tan mı korkuyorsun belli olsun. Şayet Hâlık’tan korkarsan her yerde korkmalısın.”

Gerçek müminler gizli açık her zaman ve mekanda bu ilahî sıfatların bilincinde olur, kendilerinin daima ilahi murakebe ve kontrol altında bulunduklarının farkında olurlar.

Bu konu ile ilgili Hz. Ömer devrinde şöyle ibretli bir olay meydana gelmiştir: Bir gece vakti halife olan Hz. Ömer (r.a.) mutad olduğu üzere Medine sokaklarında halkı kontrol ediyordu. Bir evin önünden geçerken içeride bir anne ile kızının şu tartışmasını işitti. Anne kızına “Kızım yarın satacağımız süte biraz su karıştırıver.” deyince kız, “Anneciğim! Halife  Ömer süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” diye cevap verdi. Anne, kızının sözlerine sert çıkarak “Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nereden haberi olacak?” diye bağırdığında gönlü Allah korkusu ile dolu olan kız, annesinin süte su katma hilesini yine kabul etmeyerek şöyle dedi: “Anneciğim, diyelim ki halife görmüşor, Allah da mı görmüyor? Bu hileyi insanlardan gizlemek kolay ama her şeyi görüp bilen Allah’tan gizlemek mümkün mü?” demek suretiyle Allah’ın herşeyi bilip gördüğünü güzel bir şekilde ifade etmiştir.

Hz. Ömer, kalbi Allah korkusu ile dolu olan kızcağızın cevabından çok duygulandı ve daha sonra onu oğluna gelin aldı. Bu güzide evliliği takip eden nesilden İslâm tarihinde 5. halife olarak zikredilen Ömer b. Abdulaziz gibi adalet ve yönetimiyle meşhur olan büyük bir devlet adamı dünyaya gelmiştir.

e-İrade (Dilemesi)

Dilemek ve istemek manasına gelen irade de, Allah Teala’nın sıfatalarından biridir. Bir varlığın veya olayın belirli şekilde ve belirli bir zaman ve mekanda meydana gelmesini sağlayan Allah’ın iradesidir. Allah’ın iradesi olmaksızın hiçbir varlık veya olay meydana gelemez.

Her şeyin Allah’ın irade ve kontrolü altında bulunduğunu bildiren pek çok âyet-i kerime vardır: “De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin;  Dilediğine vermezsin. Dilediğini yükseltir; dilediğini alçaltırsın. Bütün hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.”[40] “Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece ol der ve o şey hemen oluverir.”[41]

Allah, kulun hayır işlemesini kendi iradesiyle diler. Fakat kul şerri seçmişse, Allah da adaleti gereği bu şerri kendi iradesiyle diler ve yaratır. Ancak Allah’ın şerre rızası yoktur. Kul istediği için Allah yaratır.

İslâm itikadına göre insanlar fiillerinde gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Çünkü insan bu gerçeği kendi içinde her an duymakta ve yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir. Yüce Allah insanların irade sahibi, dilediğini yapabilen bir varlık olmalarını takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır.

İnsanın mükafaat ve cezayı hak etmesi, belli sorumluluklarının bulunması bu hür iradesi sebebiyledir. Fiilin meydana gelişinde kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allah’tır. Yüce Allah kulların irade ettiği fiilleri onların irade ve seçimlerine uygun olarak irade eder ve yaratır. Bu durumda fiili seçmek ve yapmak kuldan, yaratmak da Allah’tandır. Kul iyi veya  kötüyü seçer ve iradesini hangisine yöneltirse Allah da onu yaratır.

Fiilde seçme hürriyeti olduğu için insan işlediğinden sorumludur. Hayır işlerse mükafatını; şer işlerse cezasını görecektir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Kim salih amel işlerse lehine, kim de kötülük ederse aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zulmetmez.[42]

f-Kudret (Her Şeye Gücünün Yetmesi)

Güç ve kuvvet manasına gelen kudret, Yüce Allah’ın kemal sıfatlarından biridir. Allah Teala sonsuz güç ve kudret sahibidir. O, bu sıfatıyla evrende dilediği gibi tasarrufta bulunma gücüne sahiptir. Allah her şeyi var etmeye ve yok etmeye kadirdir. O’nun kudret sıfatının en açık delili,  son derece muntazam ve eşsiz  bir düzene sahip olan kainatın varlığıdır.

Yüce Allah buyurur:“Allah’tan başka yalvardıklarınızın hepsi bir araya toplansalar bir sinek dahi yaratamazlar.”[43] “Rahman’ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü aç da bir bak. Orada bir düzensizlik görüyor musun? Tekrar tekrar bak. Bir uygunsuzluk görebiliyor musun?”[44] ”Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O, her şeye kadirdir.”[45]

Allah Teala’ın kuvvet ve kudreti hiçbir şekilde insanların kuvvet ve kudretine benzetilemez.  O, sınırsız kudreti ile hiçbir şeye muhtaç değildir.

Allah’ın kudretine karşı çıkan nice insanların korkunç akibetleri tarih sayfalarında acı bir şekilde yer almıştır. Nemrud, Firavun, Karun, Ebrehe, Ebu Cehil ve niceleri Allah’ın kudretine mağlup olarak ve korkunç bir şekilde cezalandırılarak bu dünyadan ayrılmak zorunda kalmışlardır. Bilhassa rivayetlerde anlatıldığı üzere uluhiyyet iddia eden Nemrud’un zayıf ve aciz bir sineğe mağlup olması, Yüce Allah’ın kudretini göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir.

g-Kelam (Konuşması)

Allah Teala bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar göndermiş, Musa (s.a.) gibi bazı peygamberleri ile de konuşmuştur. Yüce Allah’ın kelam sıfatının mahiyeti, biz kulları tarafından tam olarak bilinemez. Âyette şöyle buyurulur: “Şayet yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa ve denizler de mürekkep olsa, ayrıca yedi deniz daha bu denize katılsa yine de denizler tükenir, Allah’ın kelimeleri tükenmez.”[46] Onun kelamı, ses ve harflerden meydana gelmemiştir. Allah Teala bu sıfatı ile emreder, yasaklar ve haberler verir.

Hıristiyanlığa göre Tanrı kelamı İsa'nın şahsında ortaya çıkmaktadır. Tanrısal kelamın İsa'da bedene (ete-kemiğe) dönüştüğüne, yaşamak için her in­san gibi gayret gösterdiğine; beslendiğine, bir aile içinde bulunduğuna, ancak hiç günah işlemediğine inanılır. Kelam sıfatıyla bizzat İsa’nın kendisi vahyi temsil eder. Hıristiyanlıkta İsa’nın kendisinden başka vahiy yoktur.

Yuhanna İncili’nde İsa’nın kelam oluşu ile ilgili “Kelam başlangıçta var idi ve kelam Allah nezdinde idi ve kelam Allah idi. O başlangıçta Allah nezdinde idi.[47] ifadesi yer alır.[48]

İslâm’da Hz. İsa, ancak beşer içinden gönderilmiş bir peygamberdir. O, Tanrı, Rab ve Tanrı’nın oğlu gibi kendisine uluhiyet izafe edilen bir takım vasıflardan bütünüyle uzaktır. Bu manada Hz. İsa ile diğer peygamberler arasında hiçbir fark yoktur.

h-Tekvin (Yaratması)

İslâm’da var etme, meydana getirme manasına gelen tekvin, Yüce Allah’ın sıfatlarından biri olarak yaratmayı ve yoktan var etmeyi ifade eder. Yüce Allah yegane yaratıcıdır. O, ezelî ilmiyle bilip dilediği herşeyi sonsuz güç ve kudretiyle yaratmıştır. Yaratmak, rızık vermek, diriltmek, öldürmek, azap etmek ve şekil vermek tekvin sıfatının neticeleridir. Yüce Allah şöyle buyurur: “O yaratan, var eden ve varlığa şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde var olan her şey O’nu tesbih eder.[49]

Yukarıdaki açıklamalardan da açıkça anlaşıldığı gibi sadece İslâm dini, tek tanrı inancına sadık kalmış, başka bir deyişle ancak  İslâm dini  tevhidi muhafaza etmiş, Yahudilik ve Hıristityanlıktaki tek tanrı inancı farklı şekillere bürünerek asliyetini koruyamamış; Yahudilikte tanrı beşerileştirilerek basit bir kabile tanrısı haline getirilirken Hıristiyanlıkta ise tanrıya oğul isnad edilerek tanrı bir insan seviyesine indirgenmiştir. Diğer taraftan Hıristiyanlıkta ancak bir beşer olan İsa, tanrı seviyesine yükseltilmiştir. Hıristiyanlıkta tanrı inancına ayrıca Kutsal Ruh da eklenerek üçlü bir tanrı anlayışı  (teslis) oluşturulmuştur.

[1] Sebe, 34/22.

[2] Kehf, 18/51.

[3] Kaf, 50/16.

[4] Tevbe, 8/31.

[5] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV, 317.

[6] Ekrem Sarıkçıoğlu, Dinler Tarihi, s. 350-352.

[7] Bakara, 2/255.

[8] Mülk, 67/3-4.

[9] Hadid, 57/3.

[10] Yuhanna, 1/1-4.

[11] Kasas, 28/88; Rahman, 55/26-27.

[12] İhlas, 112/1-4.

[13] Mü’minun, 23/91.

[14] Enbiya, 21/22.

[15] Tevbe, 9/30-31.

[16] İbn Cerir et-Taberi, Cami’ul-beyan, X, 111.

[17] Ekrem Sarıkçıoğlu, age, s. 225.

[18] Muharref Tevrat’ta Uzeyir’in (Ezra) Allah’ın oğlu olduğu açık bir şekilde belirtilmemişse de orada Allah’a oğul isnadına zaman zaman rastlanmaktadır. Bk. Ahd-i Atik, Tekvin, 4/2-4; Çıkış, 4/22-23; Tesniye, 14; II. Samuel, 7/14; Eyyub, 1, 6.

[19] Matta, 5/9, 45; Yuhanna, 20/17.

[20] M.Asim Köksal, İslamiyet ve Hıristiyanlık Hakkında İki Risale, İstanbul, 2000, s. 13.

[21] Matta, 13/15, 57; 21/10, 11.

[22] Matta,  23/8.

[23] Yûnus, 10/68-69.

[24] Mâide, 5/72-76.

[25] Konu ile ilgili ayetler için bk. Nısa, 4/171-172; Maide, 5/, 17-18, 109, 116-117.

[26] Matta, 27/30, 46.

[27] Al-i İmran, 3/61.

[28] İbn Kesir, Tefsir, Beyrut, 1988,  I, 375-379.

[29] Bakara, 2/163

[30] Şinasi Gündüz, agm,  s. 72, 73.

[31] Şura, 42/11.

[32] İhlas, 112/1-2.

[33] Fatır, 35/15.

[34] Ebu Davud, Vitr 23; Tirmizi, Deavat 65.

[35] Mümin, 40/65.

[36] Al-i İmran, 3/29.

[37] En’am, 6/59.

[38] Kaf, 50/16.

[39] Mümin, 40/20.

[40] Al-i İmran, 3/26.

[41] Yasin, 36/82.

[42] Fussilet, 41/46.

[43] Hacc, 22/73.

[44] Mülk, 67/3-4.

[45] Ahkaf, 46/33

[46] Lokman, 31/27.

[47] Bk. Yuhanna, 1/1-3, 14.

[48] Hıristiyan bir papaz iken sonradan müslüman olan Abdulahad Davud ise hıristiyanların temel dayanak olarak kabul ettikleri Yuhanna incilinin bu ilk cümlesinin gerçekte böyle olmadığını, tahrif neticesinde bu şekle sokulduğunu ifade ederek incilin ilk cümlesinin “Kelam başlangıçta var idi ve kelam Allah nezdinde idi ve kelam Allah’a aitti.” şeklinde olduğunu belirtir (Abdulahad Davud,  age. s 16.)

[49] Haşr, 59/24.

Kaynak: Dr. Erdoğan Baş, Salih İnci, Ana Hatlarıyla Yahudilik  Hıristiyanlık ve İslâm, Erkam Yayınları