Üç Büyük Şahsiyetin Feragatleri

Abidevi Şahsiyetler

Feragat ne demektir? Tarihimizden Feragat ahlâkına örnek kıymetli üç şahsiyet...

Feragat sözlük anlamı itibari ile hakkından isteyerek vazgeçme, el çekme demektir. Ferâgat ahlâkının tarihimizde pek çok misâli vardır. Lâkin bunlardan üç büyük şahsiyetin ferâgatleri çok mânidardır.

  • Birinci şahsiyet:

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-

ÜMMET PARÇALANMASIN…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan; halîfeliği altı ay îfâ ettikten sonra, ümmetin bölünüp parçalanmaması için Muâviye -radıyallâhu anh-’a devretmiştir. Böylece mü’minler arasındaki siyâsî çekişmelerin önüne geçmiş ve kan dökülmesine mâni olmuştur.

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’a bu olgun ve fedâkârâne davranışı yaptıran elbette Rasûlullah Efendimiz’in terbiyesidir. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Hazret-i Hasan’ı minbere çıkarıp göstererek şöyle buyurmuştu:

“Hiç şüphe yok ki; bu oğlum bir seyyiddir (olgun, efendi bir şahsiyettir).

Umulur ki;

Allah onun sayesinde iki büyük mü’min topluluğunun arasını sulh edecektir.” (Buhârî, Fiten, 20, Sulh, 9; Ebû Dâvûd, Sünne, 12)

Düşünen olabilir ki;

Hazret-i Hasan’ın sağladığı bu sulh çok uzun sürmemiş, yine ihtilâflar baş göstermiştir. Yine Hazret-i Hasan, üzerine düşeni yapmış olmakla müsterih olacaktır.

Nitekim;

Hakk’ın velî kullarının bir vasfı da, zâlim veya mazlum olmak durumunda kaldıklarında, mazlum olmayı tercih etmeleridir.

Bu hakikati te’yid sadedinde şu hadîs-i şerîfi zikredebiliriz:

Sa‘d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- sordu:

“–Yâ Rasûlâllah! (Fitne zamanlarında) biri evime girip, öldürmek için beni tehdit etse, ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Âdem’in oğlu (Hâbil) gibi ol!” (Tirmizî, Fiten, 29/2194)

Ferâgat, tevâzu ve mahviyet ehli her zaman kazanan taraf olur.

Bugünden geriye bakıldığında; Emevîlerin zulme, kavmiyetçiliğe ve sefâhate giriftar olan fertlerine hiçbir muhabbet beslenmedi. Zulüm sebebiyle saltanatları çok kısa zamanda yerle bir oldu. Zâlim idarecilere karşı biriken hınç o denli idi ki, sonradan fırsat ele geçince onlar kabirlerinden çıkarılıp kırbaçlandılar. Onlar, kin ve nefretle tarihin çöplüğüne düştüler.

Buna mukabil;

Ehl-i beyt ve evlâtları olan sâdât-ı kiram, bütün ümmet-i Muhammed’in her gün salât ü selâmlarla gönülden yâd ettikleri, yolunu takip ettikleri gönül sultanları olmuşlardır.

  • İkinci şahsiyet:

İdrîs-i Bitlisî

Osmanlı, kuruluşundan itibaren Bizans’a ve batıya doğru gazâ etmişti. Doğusundaki ve güneyindeki müslüman beldelerin arasındaki çekişmelerden husûsen uzak durmuştu.

Ancak;

Yavuz Sultan Selim Han; batıda başlayan müstemlekeciliğin (sömürgeciliğin) işaretlerini sezerek, şarkta İslâm birliği hamlesine girişti.

Ayrıca iyice güçlenen Osmanlı’ya karşı, şiî dâvâsını güden İran’dan ve güneyde de Memlûklerden artık görmezden gelinmeyecek kadar rahatsız edici ifsad ve tahrip edici düşmanca davranışlar geliyordu.

Büyük padişah, bu tehlikeli husûmet odaklarını bertaraf etmek mecburiyetinde kaldı.

ÜMMETİN VAHDETİ İÇİN…

Bu esnada, aslen Kürt olan İdrîs-i Bitlisî Hazretleri, başında bulunduğu aşîretleri ve doğu illerini Osmanlı’ya bağladı. Buna bir mücadele ve mağlûbiyet neticesinde mecbur kalmadı. Gönülden isteyerek Osmanlı’ya iştirâk etti. Kendi beyliğinden ferâgat edip, Osmanlı’nın bir parçası olmayı kabul etti. Çünkü böylece ehl-i sünnetin müdâfii olan Osmanlı’nın daha güçlü olmasını arzu etti.

Yavuz Sultan Selim Han da bu zâta son derece hürmet gösterdi ve her vesile ile ona olan ziyade muhabbetini izhâr etti. Öyle ki, ona münasip gördüğü kimselere beylik vermesine müsaade bâbında doldurulmamış hatt-ı hümâyunlar bahşetti. İdrîs-i Bitlisî de bu itimada en güzel şekilde mukabelede bulundu, istişâresiz hareket etmedi. Birlik-beraberlik içinde muhteşem bir kardeşlik yaşandı.

  • Üçüncü şahsiyet:

Barbaros Hayreddin Paşa

Benzer bir niyetle;

Barbaros Hayreddin Paşa da; mâliki olduğu kuzey Afrika’yı, başında Kanunî’nin bulunduğu Osmanlı Devleti’ne hediye etti.

Kanunî de, buna mukabil ona devletin Kaptan-ı Deryâlığı’nı (Osmanlı deniz kuvvetleri kumandanlığını) verdi.

Yani Barbaros, kendi devletinin meliki olmak yerine, Osmanlı’nın paşası / vâlisi olmayı tercih etti. Çünkü bunu ümmet-i Muhammed’in menfaati için daha faydalı buldu.

Hakikaten;

Bu fedâkâr kararın akabinde Akdeniz kısa zamanda bir Osmanlı gölü hâline geldi. Hint Okyanusu’na bile donanma gönderilerek, oradaki müslümanlara yardım edildi. Sömürgecilerin emellerine asırlarca mâni olundu.

Bu hamleler, ümmetin onlar üzerindeki haklarına riâyet etmek mâhiyetindedir. Zira bu haklara riâyet edilmese idi, ümmet zayıf düşer, birlik ve beraberlik bozulur, herkes mahşer günü onlardan alacaklı ve dâvâcı olurdu. Fakat onlar, kendi nefislerinin değil, tamamen ümmetin hukukuna riâyet ettikleri için sergiledikleri fazîletler dolayısıyla tarih boyu silinmez bir İslâm asâletinin temsilcisi oldular ve ölmeden evvel nice âhiret nişâneleri devşirdiler.

Onlar Allah Rasûlü’nün vefâtı esnasında ifade buyurduğu şu vasiyetine riâyet ettiler:

“…Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

Bu fazîletli hamleler, ancak kalp kıvâmının neticesinde hâsıl oldu.

Kalp Allâh’a yönelmeseydi; nefsin baş olma sevdası mutlaka galebe çalardı, kendini beğenme duygusu fikir ve davranışlara hâkim olurdu ve vahdet ile ittihad yerine, ihtilâf zuhûr ederdi.

Arz-ı hâl yerine arz-ı endam devreye girerdi. Fakat İslâm tarihinin bu üç büyük şahsiyeti, arz-ı endam değil Allâh’a arz-ı hâl üzere oldular ve kıyâmete kadar bütün ümmet-i Muhammed’e bambaşka bir nümûne sergilediler.

Onlar şu âyet-i kerîmeyi yaşadılar:

“Rahmân’ın (sâdık) kulları, yeryüzünde (hiçlik hâlinde bir) tevâzu ile dolaşırlar.” (el-Furkān, 63)

Yine Rabbimiz insana yeryüzünde nizâmın bozulmamasını emreder:

“Allah semâyı yükseltti ve mîzânı (ölçüyü) koydu. Öyleyse, sakın taşkınlık edip ölçüyü bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)

Kibir, enâniyet gibi nefsânî taşkınlık ifade eden davranışlar ümmet içinde fesâda sebebiyet verir. Allah Teâlâ, fesâdı sevmez.

Tasavvufun gayesi de üst makamlarda olmak değil nefsi terbiye ile Allah katında tevâzu ile ziynetlenerek değer kazanmaktır. Allah yolundaki hizmetlerin neferi olmaktır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ekim, Sayı: 200