Tevekkül ve Teslimiyet İle İlgili Örnekler

İbadet Hayatımız

Tevekkül nedir? Teslimiyet ne demek? İslam’da tevekkül ve teslimiyetin önemi nedir? Tevekkül ve teslimiyet ile ilgili örnekler.

Dünyâda gönül huzûru ve âhirette ebedî saâdete kavuşabilmek, ilâhî azameti idrâk edip tevekkül ve teslîmiyet göstererek, ilâhî taksîme râzı olmakla mümkündür. 

TEVEKKÜL NEDİR?

Tevekkül, “dayanma, vekîl tutma ve vekîle güvenme” demektir. Yâni, gönlü Allâh ile dolu olan kimsenin, yalnız O’na güvenmesi ve O’na sığınmasıdır.

Allâh’ın güzel isimlerinden biri de “el-Vekîl”dir. Bu ism-i şerîf, “işlerini usûlüne göre kendisine havâle edenlerin işlerini yoluna koyup, onların yapabileceğinden daha iyi bir şekilde yapan, kendisine tevekkül edilen, her şeyi idâre ve hâkimiyeti altında bulunduran” gibi mânâlara gelir.

Her hususta güvenilecek yegâne merciin, ölümsüz, ebedî ve Kâdir-i Mutlak olması zarûrîdir. Aksi takdirde îtimâd etmenin bir mânâsı kalmaz. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Aslâ ölmeyecek, hakîkî hayat sâhibi ve dâimâ diri olan Allâh’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbîh et!..” (el-Furkân, 58)

Allah Teâlâ, kullarının sâdece kendisine güvenip dayanmalarını arzu etmektedir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“...Mü’minler ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrâhim, 11)

“...Allâh’a tevekkül edene, Allâh kâfîdir!..” (et-Talâk, 3)

Peygamber Efendimiz de:

“Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç gidip, akşamları tok dönen kuşların rızıklandığı gibi rızıklanırsınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 33/2344; İbn-i Mâce, Zühd, 14; Ahmed, I, 52)

TESLİMİYET NE DEMEK?

Teslîmiyete gelince, o da boyun eğmek, başa gelen hâdiseleri îtirazsız kabûllenmek ve selâmete çıkmak mânâsına gelir. Teslîmiyet, kalbin bir fiili olup Allâh tarafından haber verilen hususlarla alâkalı şüphelerden, ilâhî emirlere ters düşen nefsânî arzulardan, ihlâsla bağdaşmayan isteklerden, ilâhî takdîre ve şer’-i şerîfe îtiraz illetinden kurtulmak demektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Sen’i hakem tâyin ederek verdiğin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabûl edip teslim olmadıkları müddetçe tam mü’min olamazlar.” (en-Nisâ, 65)

Teslîmiyet, İslâm kelimesi ile aynı köktendir. Bu sebeple İslâm’ı hakkıyla yaşayabilmek ve hakîkî kullukta bulunabilmek, ancak teslîmiyetle mümkündür. Çünkü Allâh -celle celâlühû-, kulunun kendisinden başkasına râm olmasından hoşlanmaz.

Teslîmiyet, muhabbete dayalı bir itaat işidir. Bu itaat ve teslîmiyet bereketiyle İbrâhim -aleyhisselâm-’a, canı, malı ve evlâdı, yüce Rabbinin yolunda hiçbir engel teşkîl edemedi. Buna karşılık da hac ibâdeti, O’nun Rabbine tevekkül ve teslîmiyetinin kıyâmete kadar devâm edecek en güzel bir sembolü oldu. Çünkü İbrâhim -aleyhisselâm-’ın dili kalbine tercüman olarak dâimâ:

“...Ben Âlemlerin Rabbi’ne teslîm oldum!” (el-Bakara, 131) demekteydi.

Muhabbeti esas alan ve İslâm’ın özü olan tasavvuf, kulun ilâhî istikâmet üzere yaşayabilmesi ve her nefeste Rabbine daha ziyâde yaklaşabilmesi için, Hakk’a rızâ ve teslîmiyet duygusunu gönüllere yerleştirmeyi hedefler. Çünkü şu fânî âlemi kuşatan bin bir elem, keder ve çilelerin tesiri ve nefsânî aldanışların kesâfeti, ancak Hakk’a rızâ ve teslîmiyet netîcesinde azalmaya başlar. İbrâhim Hakkı Erzurûmî Hazretleri ne güzel söyler:

Sen Hakk’a tevekkül kıl

Teslîm ol da rahat bul

Her işine râzı ol

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler!..

TEVEKKÜL VE TESLİMİYET ÖRNEKLERİ

  • Önce deveni bağla sonra tevekkül et hadisi

Bir bedevî:

“–Yâ Rasûlâllah! Hayvanımı bağlayıp da mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan mı?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:

“–Önce bağla, sonra tevekkül et!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 60/2517)

  • Allah’a tevekkül ettim

Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-’nın bildirdiğine göre, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- evinden her çıktığında muhakkak yüzünü semâya çevirir ve şöyle duâ ederdi:

“Bismillâh! Allâh’a tevekkül ettim. Allâh’ım! Dalâlete düşmekten ve başkaları tarafından dalâlete sürüklenmekten, kaymaktan ve kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan ve haksızlığa uğramaktan, câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhâtap olmaktan Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 102-103/5094; Tirmizî, Deavât, 35)

  • Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?

Bir sefer esnâsında, öğle vakti ağaçlık bir vâdiye geldiklerinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- askerlerine istirahat vermiş, mücâhitler de gölgelenmek üzere çevreye dağılmışlardı. Allah Rasûlü, Semüre denilen sık yapraklı bir ağaç altında istirâhate çekilmiş, kılıcını da ağaca asmıştı.

Hâdisenin bundan sonraki seyrini Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Biraz uyumuştuk ki Allah Rasûlü’nün bizi çağırdığını işittik ve hemen koştuk. Yanında bir bedevînin olduğunu gördük. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurdu:

«–Ben uyurken bu bedevî kılıcımı almış. Uyandığımda kılıç kınından sıyrılmış vaziyette elindeydi. Bana:

“–Şimdi Sen’i benim elimden kim kurtaracak?” dedi. Ben de üç defa:

“–Allâh!” cevâbını verdim.»” (Buhârî, Cihâd, 84, 87; Müslim, Fedâil, 13)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, ölümle yüz yüze geldiği hâlde, Allah Teâlâ’ya tevekkülü sâyesinde hiç korku duymamış ve kendisinden emin bir şekilde “Beni Allâh kurtaracaktır!” cevâbını vermiştir. Bunun üzerine bedevînin elinden kılıcı düşmüş ve teslim olmuştur. Âlemlerin Efendisi, canına kasteden bu bedevîyi cezâlandırmamış, ona İslâm’ı anlatıp müslüman olmasını teklif etmiştir. Bu ulvî davranış karşısında âdeta eriyen bedevî, kavminin yanına döndüğünde:

“–Ben insanların en hayırlısının yanından geliyorum.” demekten kendini alamamıştır. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 87)

  • Üçüncüleri Allâh olan iki kişi

Ebûbekir es-Sıddîk, -radıyallâhu anh- anlatıyor:

(Hicret yolculuğunda) Rasûlullâh ile mağaradayken, tepemizde dolaşıp duran müşriklerin ayaklarını gördüm ve:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olursa mutlakâ bizi görür.” dedim.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Üçüncüleri Allâh olan iki kişiyi sen ne zannediyor (ve haklarında neler düşünüyor)sun, ey Ebûbekir?!” (Buhârî, Tefsîr, 9/9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 1)

  • Allah seni insanlardan korur ayeti

İsmet bin Mâlik -radıyallâhu anh-:

«…Allâh Sen’i insanlardan korur…» (el-Mâide, 67) âyet-i kerîmesi nâzil oluncaya kadar Allah Rasûlü’nü geceleri korurduk.” demiştir. (Süyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, I, 148)

Hazret-i Âişe vâlidemiz de şöyle anlatır:

Bir gece Rasûlullâh Efendimiz’in uykusu kaçtı. Ben:

“–Ne oldu ey Allâh’ın Rasûlü?” dedim.

“–Bu gece bizi muhâfaza edecek sâlih bir zât yok mu?” buyurdu. Biz bunları konuşurken dışarıdan kılıç şakırtısı geldi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kim o?” dedi. Bir ses:

“–Sa’d ve Huzeyfe, ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’i korumak üzere geldik.” dedi. Daha sonra Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- uyudu. Hattâ düzenli bir şekilde nefes alışını işittim. Bunun üzerine; «…Allâh Sen’i insanlardan korur…» (el-Mâide, 67) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Hazret-i Peygamber çadırdan başını çıkarıp:

“–Ey insanlar, artık gidebilirsiniz. Çünkü beni Allâh korumaktadır.” buyurdu.[1]

Fahr-i Kâinât Efendimiz tedbîrini alır, sonra da Allâh’a tevekkül ederdi. Cenâb-ı Hak, kendisini muhâfaza etmeyi vaad ettikten sonra ise hiçbir endişe duymadan Allah Teâlâ’ya tevekkül etmiştir.

  • Bal şerbeti hadisi

Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, bir adam Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek, kardeşinin, mîdesinden rahatsız olduğunu söyledi. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Ona bal şerbeti içir!” buyurdu. Adam denileni yaptı. Bir müddet sonra tekrar gelip:

“–Bal şerbeti içirdim, ancak onun rahatsızlığını artırmaktan başka bir işe yaramadı.” dedi. Adam, bu minvâl üzere üç defa gidip geldi. Sonunda Efendimiz:

“–Şüphesiz Allâh doğru söylemekte, kardeşinin karnı ise yalan söylemektedir.” buyurdu. Sonra o kimse bir kere daha bal şerbeti içirdiğinde kardeşi şifâ buldu. (Buhârî, Tıb, 4; Müslim, Selâm, 91)

Bu sözüyle Allah Rasûlü, “Balda insanlar için şifâ vardır.” (en-Nahl, 69) âyetinde ifâde buyrulan hakîkate işâret ederek Allah Teâlâ’ya olan tevekkül ve teslîmiyetini ortaya koymuştur. Daha sonra sahâbî de tevekkül ve teslîmiyete sığınarak murâdına ermiştir.

  • Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir

Abdullâh bin Abbâs Hazretleri’nin rivâyetine göre:

“Allâh bize yeter, O ne güzel vekîldir.” sözünü İbrâhim -aleyhisselâm-, ateşe atılırken söylemiştir. Peygamberimiz de bu sözü; “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakınız!” denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine Müslümanların îmanları artmış ve hep birlikte; “Allâh bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek, Allâh’a karşı büyük bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir.[2]

Cenâb-ı Hak bu tevekkül ehli Müslümanları şöyle medheder:

“Bâzı münâfıkların Müslümanlara; «Düşmanlarınız size hücûm için hazırlandılar; aman onlardan sakının!» demeleri, onların îmanlarını bir kat daha artırdı ve; «Allâh bize yeter, O ne güzel vekildir!» dediler. Bunun üzerine onlara hiçbir zarar dokunmadan, Allâh’ın nîmet ve ikramlarıyla döndüler. Böylece Allâh’ın rızâsına da uymuş oldular. Allâh büyük kerem sâhibidir.” (Âl-i İmrân, 173-174) (Vâhidî, s. 135)

  • Tevekkül ehli

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın tevekkül ehlini dünyâda ve âhirette muhâfaza edeceğini ve onların hesapsız ve azapsız cennete gireceklerini şu hadîs-i şerîfleriyle açıkça bildirmişlerdir:

“Geçmiş ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Kendi ümmetim sandım. Bana; «Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir, Sen ufka bak!» dediler. Baktım, çok büyük bir karaltı gördüm. «İşte bunlar Sen’in ümmetindir. İçlerinden hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır.» dediler.”

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- diyor ki:

Söz buraya gelince Peygamber Efendimiz kalkıp evine gitti. Oradaki sahâbîler bu yetmiş bin kişinin kimler olabileceği hakkında konuşmaya başladı. Kimileri; “Bunlar peygamberin sohbetinde bulunanlar olmalı.” derken, kimileri de; “Bunlar İslâm geldikten sonra doğup, şirki tanımamış olanlardır.” dediler. Daha başka görüşler de ileri sürüldü. Onlar bu meseleyi tartışırken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oraya geldi. Ashâb:

“–Hesapsız ve azapsız cennete gireceklerin kimler oldukları hakkında konuşuyoruz.” dediler. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onlar büyü yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rab’lerine tevekkül edenlerdir.” buyurdu.

Bunu duyan Ukkâşe bin Mıhsan -radıyallâhu anh- yerinden fırlayarak:

“–Beni de onlardan kılması için Allâh’a duâ et (yâ Rasûlâllah)!” dedi.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“–Sen onlardansın!” buyurdu... (Müslim, Îmân, 374; Buhârî, Rikàk, 50)

  • Hz. İbrahim’in teslimiyeti

Cenâb-ı Hak; Hazret-i İbrâhim, Hazret-i İsmâil ve Hâcer vâlidemizi, öyle büyük imtihanlardan geçirmiştir ki, nihâyetinde onlar birer teslîmiyet âbidesi olarak târihe geçmişlerdir. Cenâb-ı Hak bir mükâfât olarak onların teslîmiyetteki ihlâslarını, umre ve hac ibâdetleriyle ebedîleştirmiştir.

Allâh -celle celâlühû-, Hazret-i İbrâhim’i dost edinince melekler:

“–Ey Rabbimiz! İbrâhim Sana nasıl dost olabilir? Nefsi, malı ve evlâdı var. Kalbi bunlara meyyâldir...” dediler. Müteâkıben şu ibretli manzaralara ve Hazret-i İbrâhim’in ağır imtihanlarına şâhid oldular:

Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-, mancınıkla ateşe atılacağı zaman, melekler heyecanlandı. Bir kısmı, Hazret-i İbrâhim’e yardım etmek için Allah Teâlâ’dan izin istedi. Melekler, Hazret-i İbrâhim’e bir isteği olup olmadığını sordular. O ise:

“–Dostla dostun arasına girmeyin!” buyurdu.

Daha sonra Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi:

“–Bana ihtiyâcın var mı?” diye sordu.

İbrâhim -aleyhisselâm-:

“–Sana ihtiyâcım yok. O bana yetişir; O ne güzel Vekîl’dir!” buyurdu.

Nitekim Halîlullâh’ın bu yüce teslîmiyeti ve yalnız Hakk’a tevekkülü üzerine, O daha ateşin içine düşmeden Allah Teâlâ ateşe emretti:

“...Ey ateş! İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69)

Bu emirle birlikte İbrâhim -aleyhisselâm-’ın düştüğü yer bir anda gülistâna döndü. Orada tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı.

  • Allah bizi korur

Peygamber Efendimiz şöyle anlatır:

“İbrâhim -aleyhisselâm-, Hazret-i Hâcer ile henüz süt çağındaki oğlu İsmâil’i alıp Mekke’ye getirmişti... Hazret-i İbrâhim, âilesi ile oğlunu, yanlarına bir dağarcık hurma ve bir kırba su koyarak birçok hikmete binâen orada bıraktı. İbrâhim -aleyhisselâm- arkasını dönüp giderken Hazret-i Hâcer:

«–İbrâhim! Bizi konuşup görüşecek bir kimsenin, yiyip içecek bir şeyin bulunmadığı bu vâdide, tek başımıza bırakıp da nereye gidiyorsun?» diye sordu. Bu soruyu birkaç defa tekrarladıysa da İbrâhim -aleyhisselâm- susuyordu. Sonunda Hâcer vâlidemiz:

«–Bunu böyle yapmanı sana Allâh mı emretti?» dedi. Bu defâ Hazret-i İbrâhim:

«–Evet, Allâh emretti.» dedi. (Bu cevap üzerine rahatlayan Hâcer vâlidemizin dilinden, Allâh’a teslîmiyetin zirvesini gösteren) şu sözler döküldü:

«–Öyleyse Allâh bizi korur, zâyî etmez!..»

Daha sonra geri döndü. İbrâhim -aleyhisselâm- da yürüyüp gitti. Kimsenin kendisini göremediği Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Kâbe tarafına çevirdi, ellerini kaldırarak şöyle duâ etti:

«Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Sen’in Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nîmetlere şükrederler.» (İbrâhim, 37)” (Buhârî, Enbiyâ, 9)

  • Hz. İsmail’in teslimiyeti

İsmâil -aleyhisselâm- koşup oynayacak yaşa gelmiş, hayâtının en sevimli çağını yaşıyordu. İbrâhim -aleyhisselâm-’ın, Allâh’a verdiği sözü yerine getirmesi için, oğlu Hazret-i İsmâil’i kurban etmesi lâzımdı. Hazırlıklarını yapıp yola çıktıklarında, melekler heyecanlandılar:

“–Bir peygamber, bir peygamberi kurban etmeye götürüyor!” dediler.

İsmâil -aleyhisselâm- ise, babası Hazret-i İbrâhim’e:

“–Ey babacığım! Emrolunduğunu yap! İnşâallâh beni sabredenlerden bulursun. Bıçağını iyi bileyle; hemen kessin; can vermek kolay olur... Bıçağı çekerken de yüzüme bakma! Belki babalık şefkati ile Allâh’a olan sözünü geciktirebilirsin. Benim üzüntüm, kendi elinle kurban ettiğin evlâdının acısını ve hasretini ömür boyu unutamayacak olmanadır…” dedi.

Baba-oğul, bu şekilde teslîmiyet deryâsında yüzerlerken, Cebrâîl -aleyhisselâm- yetişti. Bıçağı köreltti. Cennet’ten kurban edilecek koçu indirdi. (Bkz. Taberî, Târih, I, 275; İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 112; Hâkim, II, 606/4040)

  • Tevekkül örneği

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın tevekkül ve teslîmiyetini şöyle anlatır:

“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi:

«–Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere yapıyorlar. Derhâl (buradan) çık! İnan ki ben, Sen’in iyiliğini isteyenlerdenim!» dedi.

Mûsâ etrâfını kontrol ederek endişe içinde oradan çıktı:

«–Rabbim! Beni zâlimler gürûhundan kurtar!» dedi.” (el-Kasas, 20-21)

Mûsâ -aleyhisselâm- bu davranışıyla, hakîkî bir tevekkülün nasıl olması gerektiğini sergilemektedir:

Önce istişâre, sonra azim (karar), ardından tedbîr ve netîceyi Allâh’a havâle etmek, yâni duâ, teslîmiyet ve rızâ hâlinde olmak. İşte gerçek tevekkül!..

  • Hakîkî mütevekkil

Yemenliler hacca giderken yanlarına yol azığı almazlardı; böyle yapmanın tevekkül olduğunu zanneder:

“–Biz Allâh’ın evini ziyârete gidiyoruz; O bizi doyurmaz mı?” derlerdi. Mekke’ye varınca da sâil durumunda kalırlardı. Bunun üzerine; “...Kendinize yol azığı hazırlayınız…” (el-Bakara, 197) âyeti nâzil oldu.

Çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyen kimseleri Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; “Siz Allâh’a değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakîkî mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allâh’a güvenen insandır.” diye azarlamıştır.[3]

  • Şahit olarak Allah yeter!

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hadîs-i şerîf pek ibretlidir:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî İsrâîl’den bir zâtın şu güzel hâlini anlattı. O kişi, birisinden bin dinar borç istemişti. Kendisinden borç talep edilen kimse:

“–Bana şâhitlerini getir, onların huzûrunda vereyim, şâhid olsunlar!” dedi. İsteyen ise:

“–Şâhit olarak Allâh yeter!” dedi. Borç verecek olan kimse:

“–Öyleyse bana kefil getir.” dedi. Borç isteyen kişi:

“–Kefil olarak da Allâh yeter.” dedi. Borç verecek olan şahıs:

“–Doğru söyledin!” dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi.

Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Çâresizlik içinde bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı, sâhibine hitâb eden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Deniz kıyısına gelip:

“–Ey Allâh’ım! Biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şâhid istediğinde ben; «Şâhid olarak Allâh yeter!» demiştim. O da şâhid olarak Sana râzı olmuştu. Benden kefil isteyince de; «Kefil olarak Allâh yeter!» demiştim. O da kefil olarak Sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Onu Sana emânet ediyorum!” dedi ve odun parçasını denize attı. Odun, denizde yüzüp giderek gözden kayboldu.

Bundan sonra adamcağız, oradan ayrılıp, kendini götürecek bir gemi aramaya devâm etti.

Bu arada borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemekteydi. Gemi yoktu ama, içinde parası bulunan odun parçasını gördü. Onu evine odun yapmak üzere aldı. (Testere ile) parçalayınca para ve mektupla karşılaştı.

Bir müddet sonra borç alan kimse de (bir gemi buldu ve memleketine) döndü. (Odun parçası içinde gönderdiği parayı almamış olabileceği ihtimâli ile derhâl) bin dinarla borç aldığı adamın yanına geldi:

“–Paranı getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getiren bu gemiden daha önce gelen bir gemi bulamadım.” dedi. Alacaklı:

“–Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?” diye sordu.

“–Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim.” dedi. Alacaklı:

“–Allah Teâlâ, odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı senin yerine (bana) ödedi (yâni ihlâsın mukâbili Cenâb-ı Hak sana kefil olarak bana ulaştırdı. Dolayısıyla şimdi getirdiğin bin dinar da sana kaldı. Bu vesîleyle huzur içinde) bin dinarına kavuşmuş olarak dön!” dedi. (Buhârî, Kefâlet 1, Büyû 10)

Allâh bir şeye kefîl olursa imkânsız gibi görünen şeyler dahî kolayca husûle gelir. Kula düşen, O’na tevekkülde ihlâs ve samîmiyet...

  • İslam’da tevekkül ve kader anlayışı

İbn-i Abbâs Hazretleri’nden rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Ömer Şam’a doğru yola çıktı. Serg denilen yere varınca, kendisini orduların başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh ile komuta kademesindeki arkadaşları karşıladı ve ona Şam’da vebâ hastalığının başgösterdiğini haber verdiler. Hazret-i Ömer, İbn-i Abbâs’a:

“–Bana ilk Muhâcirleri çağır!” dedi. Hazret-i Ömer, onlarla istişâre etti ve Şam’da vebâ salgını bulunduğunu kendilerine bildirdi. Onlar, nasıl hareket edilmesi gerektiğinde ihtilâf ettiler. Bâzıları:

“–Sen belirli bir iş için yola çıktın; geri dönmeni uygun bulmuyoruz.” dediler. Bâzıları da:

“–Müslümanların kalanı ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbı senin yanındadır. Onları bu vebânın üstüne sevk etmeni uygun görmüyoruz.” dediler.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Gidebilirsiniz.” dedi. Daha sonra İbn-i Abbâs’a:

“–Bana Ensâr’ı çağır!” dedi.

Ensâr da Muhâcirler gibi ihtilâfa düşünce Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Siz de gidebilirsiniz.” dedi. Sonra İbn-i Abbâs’a:

“–Bana Mekke’nin fethinden önce Medîne’ye hicret etmiş olan ve burada bulunan Kureyş Muhâcirlerinin yaşlılarını çağır!” dedi. Ben de onları çağırdım. Onlardan iki kişi bile ihtilâf etmedi ve:

“–İnsanları geri döndürmeni ve onları bu vebânın üzerine götürmemeni uygun görüyoruz.” dediler. Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh- herkese seslendi ve:

“–Ben sabahleyin hayvanın sırtındayım, siz de binin!” dedi. Ebû Ubeyde bin Cerrâh -radıyallâhu anh-:

“–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sordu. Hazret-i Ömer:

“–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde!” dedi. Ömer -radıyallâhu anh-, Ebû Ubeyde’ye muhâlefet etmek istemezdi. Sözüne şöyle devâm etti:

“–Evet, Allâh’ın kaderinden yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da iki tarafı olan bir vâdiye inseler, bir taraf verimli diğer taraf çorak olsa, verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?”

Tam o esnâda, birtakım ihtiyaçlarını karşılamak için ortalarda görünmeyen Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh- geldi ve:

“–Bu hususta bende bilgi var. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i:

«Bir yerde vebâ olduğunu işittiğinizde oraya girmeyiniz. Bir yerde vebâ ortaya çıkar, siz de orada bulunursanız, hastalıktan kaçarak oradan dışarı çıkmayınız!» buyururken işitmiştim.” dedi.

Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh- Allâh’a hamd etti ve oradan ayrılıp yoluna devâm etti. (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 98)

Bu hâdise, İslâm’ın tevekkül ve kader anlayışını mükemmel bir sûrette yansıtmaktadır. Buna göre, bile bile kendini ve mü’minleri tehlikeye sürüklemek, gerçek bir tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz.

  • Meyyitzade kimdir

Sultan 1. Ahmed Han zamanında yaşamış olan Meyyit-zâde, fazîlet ve irfânıyla meşhur büyük bir Osmanlı âlimidir. Kendisine Meyyit-zâde, yâni “ölünün oğlu” isminin verilmesi, rivâyete nazaran başından geçen şu ilâhî tecellî sebebiyle olmuştur:

Meyyit-zâde’nin babası yiğit bir askerdi. Birçok cengâver gibi o da, Sultan 3. Mehmed’in 1596 yılında yaptığı Eğri Seferi’ne çağrılmıştı. Fakat o esnâda hanımı hâmileydi ve doğumu da bir hayli yaklaşmıştı. Bununla beraber, Allâh yolunda cihâdı her şeyin üstünde tutan cengâver baba, sefer hazırlıklarını tedârik etti ve hanımıyla helâlleşti. Ellerini edeple Cenâb-ı Hakk’ın ulvî dergâhına açtı. Gözlerine biriken merhamet damlaları arasında niyâz eyledi:

“İlâhî! Sen’in yolunda gazâya gidiyorum. Sen’den başka da kimsem yok! İlâhî! Şu vefâkâr ve çilekeş hanımımdan doğacak olan evlâdımı Sana emânet ediyorum. Lûtuf ve kereminle onu muhâfaza eyle!”

Bundan sonra atına atlayan cengâver baba, hızla gözden kayboldu. Allâh’ın inâyet ve nusretiyle Osmanlı ordusu muzaffer oldu.

Dönüşte kumandanından müsâade alan cengâver baba, doğruca evine gitti. Ancak eve geldiğinde kimsecikleri göremedi. Oysa ordunun muzafferen döndüğü haberi her tarafta duyulmuş bulunduğundan hanımının evde kendisini bekliyor olması lâzımdı. Büyük bir merak ve telâş içerisinde hemen etraftaki komşulara koştu ve hanımını sordu. Cengâver babayı karşılarında gören komşular, mahzun bir şekilde:

“–Yiğit! Allâh gazânızı mübârek etsin ve sizin ömrünüze bereket ihsân eylesin!” dediler.

Bu cümleden kastedilen mânâyı anlayan baba, bir anda kalbini saran yakıcı bir elemin verdiği irâdesizlikle:

“–Hayır, olamaz!” diye kekeledi ve ardından hafif bir sesle:

“–Olamaz! Ben doğacak yavrumu Kâinâtın Rabbi’ne emânet etmiştim! O, muhâfaza edenlerin en hayırlısıdır!..” dedi.

Bir müddet derûnî bir sükûta dalan kederli baba, yanındakilere baktı; sonra içine doğan bir ilhamla:

“–Elbette ki merhamet sâhibi olan Allâh, muhâfaza edenlerin en hayırlısıdır! Tez bana refîkamın kabrini gösterin!” dedi.

Birlikte kabristana gittiler. Kabir kendisine gösterildiğinde, heyecanla kulağını mezarın toprağına koydu ve dinlemeye başladı. Bir müddet sonra haykırdı:

“–İşte yavrumun sesini işitiyorum!”

Hemen kazma ve küreğe sarılarak kabri açmaya koyuldu. Onunla beraber gelenler de, mezardan ince ince yayılan çocuk sesini duydukları için bu mahzun babaya yardım ettiler. Kabir tamamen açıldığında ortaya çıkan manzara, irâdeleri sıfırlayacak kadar hayret ve dehşet vericiydi:

Kabirde, ölü anneden doğmuş nûr topu gibi bir yavru vardı ve annesinin göğsüne yapışmış bir vaziyette duruyordu. Gâzî baba, hemen yavrusunu alıp bağrına bastı. Onun pembe yanaklarına bûseler kondurdu. Sonra yavruyu sıcak bir kundağa sardı. Açılmış olan kabri de, hanımına «vedâ Fâtihası» okuyarak îtinâ ile kapattı. Herkes, bu mûcizevî tecellî karşısında hayret ve hiçlik makâmında, büyük bir tâzîmle Cenâb-ı Allâh’ı tesbîh ve takdîs ediyordu. Baba da, nemli gözlerle secdeye kapanmış, hanımının vefâtı dolayısıyla mahzun, evlâdı sebebiyle de mesrur bir gönülle Rabbine hamd ediyordu.

Bu yavru, güzel bir tahsîl ve terbiye içerisinde büyüdü ve şöhreti bütün Osmanlı mülkünü saran zâhid bir âlim oldu. Başından geçen bu mûcizevî tecellî dolayısıyla, hep Meyyit-zâde diye anılageldi. O, Hak Teâlâ’ya mutlak ve samîmî bir teslîmiyetin ibretli ve hikmetli bir bereketiydi.

TEVEKKÜL VE TESLİMİYETİN ÖNEMİ

Sözün özü, dünyâda gönül huzûru ve âhirette ebedî saâdete kavuşabilmek, ilâhî azameti idrâk edip tevekkül ve teslîmiyet göstererek, ilâhî taksîme râzı olmakla mümkündür. Allâh’ın emrine itaat, teslîmiyet ve rızâ hâlinde olan kalpler; birer hikmet, hayır ve feyz menbaı olurlar. Hakk’a kâmil mânâda teslîmiyet, tevekkül ve itaat ise, îman lezzetiyle dolu bir gönül sâhibi olmaya bağlıdır. Ancak bu muhabbetle gönlün seviye kaydetmesi netîcesindedir ki insan, bütün varlığıyla Rabbine yönelir, dünyâ ve dünyâdakilerden kalben müstağnî kalır.

Kulun Allâh’a teslîmiyeti, Allâh hakkındaki bilgisi ve O’na olan îmânı nisbetindedir. Teslîmiyet, kulluğun özünü oluşturması bakımından, kalbin Allâh’a olan en mühim yönelişidir. Bu yöneliş îmanla başlar, mârifetullâh arttıkça o da artarak devâm eder. Mevlânâ -kuddise sirruh-, fenâ fillâh mertebesine kavuşabilmenin sırrının, mutlak teslîmiyette olduğunu şu şekilde ifâde eder:

“Deniz suyu, kendisine bütünüyle teslim olan ölüyü başı üstünde taşır. Diri olan ve en ufak tereddüdü bulunan ise, denizin elinden nasıl sağ kurtulur? Aynı şekilde «Ölmeden evvel ölünüz!» sırrı ile beşerî sıfatlardan soyunarak ölürsen, esrar denizi seni başı üzerinde gezdirir.”

Dipnotlar:

[1] Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, thk: Kemâl Besyûnî Zağlûl, Beyrut 1990, s. 204-205.

[2] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 3/13.

[3] İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, Ammân 1990, s. 650.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları