Sıdk Ne Demek? Peygamberimizin Sıdk ve İstikâmeti

Şahsiyeti

Sıdk ne demektir? Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in sıdk ve istikameti nasıldı? İstikamet ehli olmanın fazileti nedir? Peygamberimizin (s.a.s.) hayatından sıdk ve istikamet örnekleri.

Sıdk; doğruluk, dürüstlük, istikâmet, adalet üzere olmak, din ve akıl dâiresinde yürümek demektir. Sıdk, sözün öze ve haberin kendisinden haber verilen şeye mutâbık olmasıdır. Sıdk sâdece sözde değil; niyet, irâde, azim ve amelde de olur. İstikâmet de, hak yoldan sapmadan dosdoğru gitmek, emredildiği üzere yaşamak demektir. Sıdkın zıddı kizb yani yalandır. İstikâmetin zıddı da eğriliktir ki doğruluğu bırakıp, hak ve hukuka tecavüz etmek ve verilen sözde durmamaktır.

İSLÂM’IN EN MÜHİM ESÂSI

Sıdk, İslâm’ın en mühim esâsı ve ulvî hasletlerin en önemlilerinden biridir. Kurtuluş için tutunulacak en sağlam kulp, sıdktır. Öyle ise içtimâî hayatımızın esası olan doğruluğu, içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.

Yüce dinimiz İslâm doğru olmaya, yalan söylememeye ve istikâmet üzere bulunmaya müstesnâ bir yer vermiştir. Sâlih insanın vasıfları arasında en başta doğruluk yer almıştır.

PEYGAMBERİMİZİN NİTELİKLERİ

“Sıdk” ve “istikâmet”, ahlâkî vasıfların tümünün üzerinde toplandığı iki temel ruh hâlidir. Allah’a, ahirete, meleklere ve kitaplara îmân edenler; mallarını akrabâya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere harcayanlar; namazı kılan, zekâtı veren, sözünde duran ve sabredenler, “sâdıklar” ve takva sâhibi kişiler olarak nitelendirilmiştir. Ayrıca istikamet Müslümanların müşterek vasfı olarak zikredilmiştir. (el-Bakara 2/177; el-Ahzâb 33/35) Müminlerin en büyük idealleri de “sırat-ı müstakîm” yâni dosdoğru yol üzere olmaktır. (el-Fâtiha 1/6)

Cenâb-ı Hak kulları için seçtiği dîni Sevgili Peygamberimiz’e bildirmiş ve:

“Ey Habîbim! Beraberindeki tevbe eden (mü’min)lerle birlikte, (hepiniz) emrolunduğun gibi istikâmet üzere olun ve aşırı gitmeyin!..” (Hûd 11/112) buyurarak insanları uyarmıştır. Yani ey Nebî! Kur’ân ahlâkı ve ahkâmı mûcibince hareket edip bilfiil müşahhas bir istikâmet örneği olman gerekmektedir ki böylece hakkında hiçbir şüphe ve tereddüde mahal kalmasın! Sen, müşrik ve münâfıkların ileri geri konuşmalarına bakma, onları Allah’a havâle et! Gerek umûmî, gerek husûsî vazifelerinde tam emrolunduğun gibi hakkıyla istikâmet üzere ol ve sırât-ı müstakîmden ayrılma! Sana vahyolunan emrin îfâsı ne kadar ağır olursa olsun, o emrin tebliğ, icrâ ve tatbîkinde hiçbir mânîden yılma! Rabbin senin yardımcındır. (Elmalılı, IV, 2829-2830)

PEYGAMBERİMİZİ İHTİYARLATAN SURE

Emredilen sınırlar içinde ve istenildiği gibi dürüst bir hayât sürmek, takdir edileceği gibi büyük bir ciddiyet, hassasiyet ve gayret ister. Bu ise zor bir iştir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bu âyetten ötürü; “Beni, Hûd sûresi ihtiyarlattı.” buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsîr, 56/6; Kurtubî, IX, 107)

Abdullâh bin Abbas (r.a.) Efendimiz’in bu ifâdesi ile alakalı olarak şöyle demiştir:

“Kur’ân-ı Kerîm’de Resûlullah için bu âyet-i kerîmeden daha şiddetli bir hitâb vâkî olmamıştır.” (Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, II, 9)

Buradaki hitap her ne kadar Nebiyy-i zîşân Efendimiz’e ise de, onu bu kadar meşakkate sokan, sâdece şahsıyla alâkalı istikamet endîşesi değildi. Zîrâ O; (Ey Habibim!) Sen sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn 36/4) te’yîd-i ilâhîsine mazhardı. Onu ihtiyarlatan, istikâmet emrinin mü’minler için de geçerli olması sebebiyle, onlar hakkında duyduğu endişe idi. Zîrâ Es’ad Efendi’nin dediği gibi:

“Âlim olsun, şeyh olsun başında istikâmet sarığı bulunmayan herkes sonunda zevâl bulup gider. Eğer sırtın istikâmet yükü altında iki kat olmamışsa, arzu oku hiç kurbiyet-i ilâhiye hedefine isâbet eder mi?” (Dîvân, s. 27)

Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîmede biz kullarını; “Şüphesiz ki (emrettiğim) bu yol, Ben’im dosdoğru yolumdur. O halde ona tâbî olun. Başka yollara sapmayın, yoksa (bu hareketiniz) sizi Allah’ın yolundan koparıp uzaklaştırır. İşte Allah, gerçek takvâya erişebilmeniz için size bunları emretti.” (el-En’âm 6/153) şeklinde îkâz etmektedir. Çünkü hatâlarla doldurulan bir ömrü temizlemeye, ihtiyarlıkta duyulan pişmanlık kâfî gelmeyebilir. Hayat ancak dosdoğru yaşamaya yetecek kadar kısa bir süredir.

EN DOĞRU İNSAN

Sevgili Peygamberimiz insanların en doğrusu idi. Onun bu hâlini, en azılı düşmanı Ebû Cehil, Ahnes bin Şerik, Nadr bin Hâris ve daha sonra Müslüman olan Ebû Süfyân bile îtirâf etmek zorunda kalmışlardır. [2] Onun ağzından hiçbir zaman hak sözden başkası çıkmamıştır. Sözle şaka yaparken dahi doğruluktan, doğru sözlülükten ayrılmazdı.

Yüce Allah’ın emri istikâmetinde yaşayan Resûl-i Ekrem Efendimiz, ümmetinin de istikâmet üzere olmalarını istemiş ve sık sık bu mevzû üzerinde durmuştur. “Tam anlamıyla başarmanız mümkün olmasa da, siz (yine) dosdoğru olmaya çalışın!” (İbn-i Mâce, Tahâret, 4) hadis-i şerifiyle devamlı olarak müstakîm olmaya gayret etmek gerektiğini vurgulamıştır. Süfyân bin Abdullah (r.a.) şöyle anlatır:

“Resûlullah’a:

– Yâ Resûlallâh! Bana İslâm’ı öylesine anlat ki onu bir daha başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim, dedim. Efendimiz:

«– Allah’a inandım de ve dosdoğru ol!» buyurdu. (Müslim, İmân, 62)

İnsan evvelâ Allah Teâlâ’ya karşı dürüst olmalı ve istikamet üzere bulunmalıdır. Herşeyden önce O’nunla olan mîsâkına sâdık kalmalı ve O’na karşı duygu, düşünce, niyet ve sözlerinde samîmî olmalıdır. O’nun adına söylediğimiz bir söze, ettiğimiz bir yemine ve yaptığımız işe çok daha dikkat etmemiz gerekmektedir. Bu husûsta Sevgili Peygamberimiz ashâbını irşâd etmiş ve yönlendirmiştir. Konuyla alâkalı bir hâdise şöyle cereyân etmiştir:

“Hz. Ayşe, Uhud Gazvesi hakkında bir haber almak için kadınlar arasında yola çıkmıştı. Harre mevkiinde Hind bint-i Amr’a rastladı. Hind, kocası Amr bin Cemuh, oğlu Hallâd ve kardeşi Abdullâh’ın cesetlerini bir deveye yüklemiş getiriyordu. Hz. Ayşe ona; “Geride ne haber var?” diye sordu. Hind:

– Hayırdır. Resûlullah iyidir. O sağ olduktan sonra her musîbet hafif kalır, dedi. Hz. Ayşe devenin üzerindeki cesedleri göstererek:

– Bunlar kim, diye sordu. Hind:

– Kardeşim Abdullâh, oğlum Hallâd ve kocam Amr’dır, dedi. Hz. Ayşe:

– Onları nereye götürüyorsun, diye sordu. Hind:

– Medîne’ye götürüyorum. Oraya defnedeceğim, dedi. Yürümesi için biraz zorlayınca deve çöktü. Hz. Ayşe:

– Deve, üzerindekilerden dolayı mı çöküyor, diye sordu. Hind:

– Neden çöktüğünü bilmiyorum. Hâlbuki sâir vakitlerde iki devenin yükünü taşırdı. Fakat şimdi onda farklı bir hâl olduğunu görüyorum, dedi.

Zorlayınca deve kalktı, ancak Medîne’ye yöneltilince yine çöktü. Yönü Uhud’a çevrildiğinde ise koşmaya başladı. Hind, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in yanına varıp durumu anlattı. Nebiyy-i zî-şân Efendimiz ona:

«– Deve memurdur. Amr’ın herhangi bir vasiyeti var mıydı?» diye sordu. Hind:

– Amr, Uhud’a gideceği zaman kıbleye dönmüş; «Allâhım! Bana şehitlik nasîb et! Beni me’yûs ve mahrûm bir hâlde ev halkıma döndürme!» diye dua etmişti, dedi. Bunun üzerine Efendimiz Allah’a karşı sadâkatin önemini anlatan şu sözleri söyledi:

«– İşte bunun içindir ki deve yürümüyor. Ey Ensâr topluluğu! Sizden her kim Allah’a yemin etmişse ona sâdık kalsın. Ey Hind! Kocan Amr o sâdıklardandır. O şehit edildiği andan itibaren melekler kanatlarıyla üzerine gölgelik yaptılar ve nereye defnedilecek diye bakıp durdular. Ey Hind! Cennette Amr bin Cemuh da oğlun Hallâd da kardeşin Abdullâh da bir araya gelecek ve arkadaş olacaklar.» Bu müjde üzerine Hind, sâdıklardan olan kocası ile ebedî hayatta da beraber olmayı arzulayarak:

– Yâ Resûlallâh! Ne olur Allah’a duâ et, beni de onlarla bir araya getirsin, diye yalvardı.” (Vâkıdî, I, 264-265; İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, III, 216; İbn-i Abdilber, III, 1168)

Böylesine sâdık olan kimseleri Allah Teâlâ şöyle müjdelemektedir: “Şüphesiz, «Rabbimiz Allah’tır.» deyip sonra istikâmet üzere bulunanların üzerine melekler iner ve onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size va’d olunan cennetle sevinin! Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dostunuzuz. Gafûr ve Rahîm olan Allah’ın bir ikrâmı olmak üzere, burada canınızın çektiği ve arzu ettiğiniz her şey sizindir.» derler.” (Fussilet 41/30-32)

Kıyâmet gününün dehşeti içerisinde onlar korku ve hüzün duymayacaklardır. Bir insan için en büyük mükâfat olan bu hâli Cenâb-ı Hak şöyle haber vermiştir:

“«Rabbimiz Allah’tır.» deyip sonra da istikâmet üzere bulunanlar için ne korku ne de hüzün vardır. Onlar, cennet ehlidirler. İşlediklerinin karşılığı olarak orada ebedî kalırlar.” (el-Ahkâf 46/13-14)

Doğrulukta kalbin ve dilin dürüstlüğü büyük bir önem arzetmektedir. Kalp, beden ülkesindeki tüm âzâların hükümdârıdır. Tek Allah’a îmân edip dürüstlüğü benimseyen bir kalbe sâhib olan beden, huzûr ve saâdet mekânıdır. Kalp sağlam olduğunda diğer âzâlar da istikâmet üzere olurlar. Dil ise kalbin tercümânıdır. Onun doğruluğu ve eğriliği diğer âzâlara da tesir eder. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“İnsan sabahlayınca, bütün organları dile başvurur ve (âdeta ona yalvararak) şöyle derler; «Bizim haklarımızı korumakta Allah’dan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.»” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zühd, 61) Konuyla alâkalı bir başka hadiste de Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kalbi dürüst olmadıkça kulun îmânı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz.” (İbn-i Hanbel, III, 198)

Doğruluk, insanın hâlinin ıslâhına ve günahlarının affına sebep olur. Kullarını affetmeyi çok seven Yüce Rabbimiz şöyle emretmektedir:

“Ey îmân edenler! Allah’a karşı takvâ üzere bulunun ve sözü doğru söyleyin ki Allah amellerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın! Her kim Allah’a ve Resûlü’ne itâat ederse, o hakîkaten büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (el-Ahzâb 33/70-71)

Doğru söz söylediği için Allah’ın affına mazhar olan Ka’b bin Mâlik (r.a.) şöyle demiştir:

“Allâh’a yemin ederim ki İslâm ile şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber Efendimiz’in huzurunda doğruyu söylemem, böylece yalan söyleyenlerle birlikte helâk olmaktan kurtulmamdır. Çünkü Allah Teâlâ Tebük Seferi’ne katılmayıp da yalan söyleyenler hakkında, hiç kimse için kullanmadığı ağır sözleri vahyederek şöyle buyurdu:

«Onların yanına döndüğünüz zaman, kendilerini hesâba çekip cezâlandırmamanız için Allah adına yemin edecekler. Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler. İrtikâb ettikleri günâhın cezâsı olarak varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden râzı olasınız diye de size yemin ederler. Siz onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklardan asla râzı olmaz.» (et-Tevbe 9/95-96)” (Buhârî, Megâzî, 79)

İSTİKAMET EHLİ OLMANIN FAZİLETİ

Diyarbakırlı Said Paşa, istikâmet ehli olmanın fazîletini ne güzel dile getirir:

Sen usandırma eli, el de usandırmaz seni,

Hîlekârlık eyleme, kimse dolandırmaz seni

Dest-i âdâdan soğuk su içme, kandırmaz seni

Korkma düşmandan ki âteş olsa yandırmaz seni

Müstakim ol ki Hazret-i Allah utandırmaz seni!

Peygamber Efendimiz doğruluğun, insanın âkıbetini belirleyen temel esaslardan biri olduğunu şöyle beyân eder:

“Doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi, doğru söylemeye devam ettikçe sonunda sıddıklardan olur. Yalan kişiyi fücûra, fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalan söylemeye devâm ettikçe, sonunda Allah indinde yalancı olarak yazılır.” (Buharî, Edeb, 69)

Allah Resûlü dile çok önem vermiş ve ashâbını onun âfetlerinden sakındırmıştır. Süfyân bin Abdullah (r.a.):

– Ey Allah’ın Resûlü! Benim hakkımda en çok endişe ettiğin şey nedir, diye sorduğunda Efendimiz, mübârek dilini eliyle tutarak:

“– İşte budur!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 61)

İnsan istikâmet üzere yaşamalı, sâdık olmalı ve doğru sözden hiç ayrılmamalıdır. Böyle olduğu takdirde, sıkıntı ve streslerden kurtulur, hatta rüyâları bile sâdık olmaya başlar. Nitekim Peygamber Efendimiz, hayâtında doğru olan kimselerin rüyâlarının da doğru olacağını şöyle ifâde etmiştir; “Sizin en doğru rüyâ görenleriniz, en doğru söyleyenlerinizdir.” (Müslim, Rü’yâ, 6)

Mevlânâ, insanların doğruluk husûsunda ayna ve terâzi gibi olmaları gerektiğini anlatarak şöyle demektedir:

“Ayna ile terâzi, birisi incinecek yahut utanacak diye doğru söylemekten sakınır mı? Susar mı? Ayna ile terâzi öyle kadri yüce ve doğru mihenk taşlarıdır ki sen onlara iki yüz sene hizmet etsen ve daha sonra aynaya desen ki; «Ben sana bu kadar sene hizmet ettim, hatırım için beni çirkin gösterme!» Teraziye de desen ki «Yalvarırım sana! Fazla tart, eksiğimi açığa vurma!» Onlar sana cevap verir de derler ki:

«Zavallı, herkesi kendine güldürme, kendini âleme maskara etme!» Ayna ile terazi hile bilmezler, yalan söylemezler. Doğruluktan ayrılmayan ayna ile terâzi derler ki; «Allâh, gerçeklerin bizim vâsıtamızla tanınması, anlaşılabilmesi için kadrimizi yüceltti, bizi bu işte görevlendirdi. Bu doğruluğumuz olmasaydı, gerçeği olduğu gibi ortaya koymasaydık, bizim ne değerimiz kalırdı? İyilerin, güzellerin yüzlerini nasıl görür ve nasıl gösterebilirdik?»” (Mesnevî, c. I, beyt: 3521-3524, 3550-3551)

Doğruluk bilhassa içtimâî hayatta çok önemli bir yere sâhiptir. Ticârî muâmelelerde en çok üzerinde durulması gereken husûs da budur. Birgün Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- çarşıda bir satıcının yanına vardı. Önündeki buğday yığınının içine elini daldırdı ve ıslak olduğunu hissetti. Satıcıya:

“– Nedir bu?” diye sordu. Adam:

– Ey Allah’ın Resûlü, yağmur ıslattı, deyince Efendimiz:

“– Bu yaşlığı üstte bırakıp herkesin görmesini sağlıyamaz mıydın? Aldatan benden değildir.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 164)

Doğruluğun ve dürüstlüğün ticâretteki önemini belirtmek için Resûlullah Efendimiz; “Emin ve doğruluktan ayrılmayan ticâret ehli, peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraberdir.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Büyû, 4)

Sevgili Peygamberimiz’in alış veriş husûsunda ne kadar titiz davrandığını gösteren şu rivâyet de oldukça mânidardır. İbn-i Vehb anlatıyor:

“Addâ bin Hâlid bana; «Resûlullah’ın benim için yazdığı mektubu sana okuyayım mı?» dedi. Ben; «Memnûniyetle!» deyince mektubu çıkardı ve okudu. Şunlar yazılı idi; «Bu mektub, Addâ bin Hâlid bin Hevze’nin Muhammed’den (a.s.) satın aldığı şeyi beyân eder. Addâ ondan bir köle satın aldı. Kölede, herhangi bir hastalık; (hırsızlık, kaçma gibi) bir alışkanlık ve (satışını gayr-ı meşrû kılacak bir) haramlık yoktur. Bu, Müslümanın Müslümana satışıdır.” (Tirmizî, Büyû, 8; Buhârî, Büyû, 19)

Allah Teâlâ, sözlerinde sâdık davrandıkları müddetçe kâfirlere bile sadâkatle muâmele etmelerini Müslümanlara emrederek:

 “O (müşrikler) size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranmaya devâm edin!” buyurmuştur. (et-Tevbe 9/7)

Sâdık olmak ve istikâmet üzere yaşayabilmek gerçekten zordur. O zorluğu hafifletmenin ve bu güzel ahlâkı elde edebilmenin yolunu Yüce Rabbimiz bize; “Sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe 9/119) emriyle bildirmektedir. Bir kimsenin sıdkı öğrenmesi için sâdıklarla beraber olması gerekir. Bu beraberlik devâm ettikçe kişi yavaş yavaş onlara benzemeye başlar. Tam sâdık olamasa bile hiç değilse kendisini kötülüklerden muhâfaza eder.

Hakîkaten insan ancak sâdıkların yanında güzel pâyelere nâil olabilmektedir. Ashâb-ı Kehf’in köpeği bile sadâkatinden dolayı Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmiş ve ismi ebedîleşmiştir. Zaten bir insanın kendi ameli ile cennete girebilmesi mümkün değildir. Ancak niyeti doğru olursa, Allah’ın rahmeti ona yetişir ve bu sâyede felâha erebilir. Karamanlı Nişânî şöyle der:

Tâlihde devlet olmasa hizmet ne fâide

Hak’tan inâyet olmasa tâat ne fâide.

Dipnotlar:

[1] Doğruluk ve istikâmet üzere olan kimseler, Allah Teâlâ’nın muhâfazası altında bulunurlar ve onlara hiçbir zarar dokunmaz. Nitekim güz rüzgarları, dümdüz olduğu için servi ağacına bir şey yapamaz. [2] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 6; Müslim, Cihâd, 74; Taberî, Tefsîr, VII, 240; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 113.

Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları