Seyr-i Süluk Nedir?

İbadet Hayatımız

Adına seyr-i süluk dediğimiz manevi yolculuk insanın Allah tarafından verilen gizli kabiliyetlerini ortaya çıkarmasına yardım eden sistemin adıdır. Bu süreç sonucunda insan Hakkın halifesi olabilecek kemale erer. Bu ise bir şeyhin yardımı ile olur. Sülûk esnasında mürşid insana ayna tutar ve ona kendisini tanıtır. Sufilerin sıkça kullandığı “Kendini bilen rabbini bilir” sözü bu manaya işaret eder.

Allah Teâlâ insanı, Kitabında bildirdiği üzere ahsen-i takvim; maddi ve manevi olarak en üstün şekilde yaratmış, bu hakikati anlamaları için de meleklerin insan önünde secde etmesini emretmiştir. İşin ilginç tarafı ise insanın üstün derecesini Hakk’a kullukta bir an olsun zafiyet göstermeyen melekler anlayamamıştır. Rabbimiz meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde, onlar “yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” (Bakara, 30) cevabını vermişlerdir.

Şeytan ise insanın kıymeti hakkında sadece akıl yürütmekle kalmamış Allah’a isyan etmiştir. Meleklerin de anlamakta zorlandığı bu hakikati acaba insan kendisi anlayabilmiş midir? Bu soruya da olumlu cevap vermek kolay gözükmüyor. Zira insan kendinin üstün meziyetlerini bilmediğinden, hayatını heba etmekte, değerli olanı verip değersiz olana talip olmaktadır. Hâlbuki Yüce Rabbimiz bizim yaratılışımızı Teğabün suresinde şöyle tarif eder: “Allah gökleri ve yeri Hak ile yarattı ve size şekil verdi, şeklinizi de en mükemmel şekilde yaptı.” (Teğabün, 3)

Hz. Mevlana insanın bu gafletini Bağdat’ta yaşayan ve yılan oynatarak insanları eğlendiren bir Yılancı örneği ile açıklar. Hikâyeye göre insanlara gösteri yapmak için dağlarda yılan arayan bu adam, ölü bir yılana rasgelir. Yılan ejderha gibi dehşet saçan bir görünüş ve büyüklüktedir. Ahmak Yılancı bin bir zahmetle çeke çeke bu yılanı şehre indirir, kimse göremesin diye de üzerine kalın örtüler örter, ister ki tüm Bağdat halkı toplansın, daha çok para toplasın seyircilerden. Kısa zamanda binlerce aylakçı toplanır yılanı görmek için. Ne var ki yılan aslında ölmemiş, sadece kış uykusuna yatmıştır, Bağdat sıcağını alınca yılan uyanır ve önce o Yılancı’yı bir lokma yapar, insanlar kaçışırken birbirini ezer ve yüzlerce insan ölür. Mevlana bu ahmaklık karşısında şöyle der:

“Zavallı insan! Kendini gereği gibi tanıyamadı. Çok ötelerden, ezel âleminden geldi; bu noksanlar âlemine, bu kirli dünyaya düştü

İnsan kendisini ucuza sattı. O çok değerli atlas bir kumaş gibi idi; tuttu, kendini bir hırkaya yamadı gitti.

Yüzbinlerce yılan ve dağ ona hayranken o niçin gaflete düştü de, yılan sevdasına kapıldı” (Mesnevi, III, 1000-1003)

SEYR-U SÜLUK DEDİĞİMİZ MANEVİ YOLCULUK

Adına seyr-u süluk dediğimiz manevi yolculuk insanın Allah tarafından verilen gizli kabiliyetlerini ortaya çıkarmasına yardım eden sistemin adıdır. Bu süreç sonucunda insan Hakkın halifesi olabilecek kemale erer. Bu ise bir şeyhin yardımı ile olur. Sülûk esnasında mürşid insana ayna tutar ve ona kendisini tanıtır. Sufilerin sıkça kullandığı “Kendini bilen rabbini bilir” sözü bu manaya işaret eder. Hâlbuki günümüzde uzayın derinliklerine gitmek için can atan modern insan, her gün yeni bir galaksi keşfederken maalesef kendine daha da yabancılaşmakta, Rabbinin fıtratına koyduğu merhamet, sevgi, empati gibi duygulardan hızla uzaklaşmaktadır.

Çağın bu gidişatı nice Müslümanları da etkisi altına almakta, manevi terbiye gayretleri garipsenirken, hazlar ve menfaatler baş tacı edilmektedir. Nitekim dünyanın kan gölü haline gelmesinin sebebi bu tür egoist insanların siyaset, ekonomi, tıp ve hatta dinî sahalarda bile başa geçmiş olmalarıdır. Netice olarak yaratılış gayesini bilmeyen ve buna göre yaşamayan bir insan öncelikle kendine, sonra da tüm çevresine tehlike arz eder.

İNSANI GAFLETTEN UYANDIRIP RABBİ İLE BULUŞTURAN YOL

Sufilere göre tüm ruhlar Allah’ı müşahede etme ve bilme kapasitesiyle yaratılmıştır. Zira bütün ruhlar dünyaya gelmeden önceki hayatlarında Allah’ı bilmekte idiler; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim,” sorusuna “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap verdiler. (Araf, 172) Ama ruh, dünyaya inip cesede yerleşince onun hevâ ve hevesinin peşine düştü daha önce sahip olduğu yüksek marifetleri unuttu. İşte tasavvuf insanı gafletten uyandırıp tekrar Rabbi ile buluşturmanın yoludur. Bu vuslat ise kendiliğinden olmaz, ciddi bir mücadele gerektirir ki İmam Rabbani nefis ile yapılan bu mücadeleyi hadiste geçtiği üzere büyük cihad olarak ele alır ve şöyle der:

Ruhun, manevi ilerleyişi ve terakkisi nefse muhalefet etmekle olur. Nefse muhâlefet edilmez ise terakkî nasıl olacak? Kâinâtın Efendisi (s.a.v.) kâfirlerle savaştan dönerken buyurdular ki: “Küçük savaştan büyük savaşa döndük.” Nefisle savaşa büyük savaş demişlerdir.” (Mektubat, I, 41. Mektup)

İşte sufiler samimi Müslümanlara nefisle yapılacak büyük cihadın metotlarını öğretmekte, Necmeddin Kübra’nın Usulü aşera’sında ifade ettiği üzere salikleri tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikir, teveccüh, sabır, murakabe, rıza makamlarından geçirerek Hakka vasıl kılmaya gayret etmektedir.

Peki bu işi insan ferdi olarak yapabilir mi? Yukarıda verdiğimiz açıklamalarda insan ile uğraşmanın ve onu anlamanın ne kadar zor olduğunu açıklamaya çalışmıştık. Şüphesiz Kuran ve sünnet çok iyi bilinip anlaşıldığında ferdi olarak da manen gelişme mümkündür, ama ferdi olarak gelişme son derece zordur. Kolay olan ise cemaat halinde, saliklerin ve mürşidin sinerjisinden faydalanılarak bu işi yapmaktır.

Mevlana’nın tabiri ile yol uzun ve tehlikeli, vakit de kısadır. Bu kadar kısa bir vakitte insanın tek başına maneviyat yolculuğuna çıkması ve menzile varması kolay bir iş değildir. Peygamber Efendimiz dönemine baktığımızda bu tür hizmet gruplarının olduğunu görmekteyiz. Bunların bir kısmı kendiliğinden, bir kısmı da tercih ile ortaya çıkan gruplar olmuştur ki en bilinenleri Muhacir ve Ensar gruplarıdır, ama bunların da altında Suffe ehli, Beyati Rıdvan Ehli, Bedir Ehli, Uhud Ehli, gibi muhtelif isimlendirmeler altında bulunan sahabe grupları vardır.

Bir kısım sahabe ilim ve ibadet ile meşgul iken, başka bir grup sahabe ise cihad ile meşgul olmuştur. Kimisi fakirlik ile kimisi de zenginlik ile Rabbine vasıl olmuştur. Şüphesiz bunların hiçbiri bugün olduğu gibi bir cemaat sayılamasa da her biri kendi içinde daha bir bütünlük arzeden hizmet gruplarıdır. Aynı şekilde bugün de manevi zevk ve yapılarına göre insanlar muhtelif tarikat ve cemaat grupları halinde hizmet etmeye, kendilerini manevi kemalata erdirmeye çalışmaktadırlar.

TAASSUBA DÜŞMEDEN HAYIRDA YARIŞMAK

Taassuba düşmeden ve hayırda yarışma şartı ile bu tür hizmet ve ibadet grupları faydalıdır. Burada önemli olan ümmet şuurunun kaybolmaması, hiçbir grub ve cemaatin kendini ümmetin yerine ikame etmemesi, kendini yegane hak olarak görmemesidir. Hele hele kendilerine intisap etmeyenleri delalette görmek son derece yanlış bir iştir ve gizli bir kibirdir. Allah’a giden yollar kulların nefeslerinin sayısınca olup, bir cemaat, grup veya tarikatın bunları sınırlandırmaya hakkı yoktur. Kuran ve Sünnete sarılmak, Şeriata uymak, ehli sünnet ve’l-cemaat yolunda yürümek şartı ile her hayır hareketi Allah katında makbul olacaktır. Nitekim yüce Rabbimiz Hristiyanlar arasında kendilerine sıkı bir hayat tarzı çizen ruhbanları bile hoş görmüş ama onların kendilerine vazife edindikleri görevleri yapmamalarını zemm etmiştir:

(Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara (Hristiyanlara) farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.” (Hadid, 27)

Yüce Rabbimizden niyazımız insan-ı kamil olma ve vuslat yolunda hepimize tevfik vermesi, her tür taassup ve aşırılıklardan bizleri korumasıdır. Unutmayalım ki şeytanların büyükleri dindarları sapıttırmak, onları ucbe veya riyaya düşürmek için uğraşmaktadır. Ne mutlu hiç kimseye zarar vermeden kemalat yolunda ve hayır işlerinde yarışan Müslümanlara ve onların içinde olduğu dini gruplara!

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, 375. Sayı