Şeyhülislam Kemalzâde Kimdir?

Osmanlı Tarihi

Osmanlı'nın en meşhur şeyhülislamlarından biri olan Kemalzâde Efendi'nin ibretli portresi...

Osmanlı’nın en meş­hur şeyhülislâmlarındandır.

Zamanındaki bütün İslâm dün­yasının zirve şahsiyetlerinden olan bu mümtaz zâtın adı Şemseddîn Ahmed Çelebi’dir. Babası Şücâüddîn Süleyman Bey, dedesi Fâtih devri ümerâsından Kemâl Paşa’dır. Dedesine izâfeten Kemâl Paşazâde olarak, diğer bir ifâdeyle de İbn-i Kemâl Paşa şeklinde yâd edilmiştir.

Baba tarafından ümerâ, ana tarafından ilmiye sınıfına mensub olan Kemâl Paşazâde, hem bir asker hem de iyi bir ilim adamı olarak yetiştirildi. Ancak o, gençliğinin enerjisini gece gündüz ilimle meşgul olarak geçirmişti.

Bu sebeple daha sonra askerliği bırakıp kendisini tamamen ilim hayatına verdi. Bâzı kaynaklarda onun bu tercihi husûsunda kendi ağzından şöyle bir rivâyet nakledilir:

“Sultan Bâyezîd Hân-ı Velî ile beraber bir seferdeydik. Sul­tâ­nın yanında vezir İbrahim Paşa ve meşhur kumandanlardan Evranosoğlu da vardı.

Evranosoğlu ki hiçbir kumandan onun önüne geçemez, meclislerde ondan ileriye oturamazdı. Fakat o sırada eski püskü elbiseler içinde bir âlim geldi ve kumandanın üst tarafına oturdu. Hiç kimsenin bir şey deyip mânî olmadığı bu duruma son derece şaşırdım. Yanımdakilere:

«–Evranosoğlu gibi bir kumandanın önüne geçip oturabilen bu şahıs kimdir?» diye sordum.

«–Molla Lütfî adında âlim ve fâzıl bir zâttır!» dediler.

«–Ne kadar maaş alır?» dedim.

«–Otuz dirhem.» dediler.

Hayretle:

«–Bu kadar az bir mansıpla nasıl olur da bir kişi eşsiz bir kumandanın önüne geçebilir?» dedim.

O zaman dediler ki:

«–Ulemâ, sahip olduğu ulûm-i dîniyyenin yüceliği dolayısıyla böyle tâzim görür. Aksi bir duruma zaten îman, irfan ve âdâb ile yoğrulmuş olan paşa ve kumandanlar da râzı olmazlar!..»

Bunun üzerine bendeki liyâkatin bu kumandanlar kadar olmaya yetmeyeceği, ancak ilim sahasında son derece tebârüz edebileceğim hissine istinâden, artık tamamen ilm-i şerîf ile meşgûliyete meyledip askerliği bıraktım.”

Bu tercihten sonra Kemâl Paşazâde, ilimde “ferîd-i asr” (asrında tek olan) tâbiriyle ifâde edilen yüksek bir mertebeye ulaştı. Zenbilli Ali Efen­di’nin vefatından sonra da Osmanlı Devleti’nin on dokuzuncu şey­hül­is­lâ­mı oldu.

Kemâl Paşazâde, sadece ilmî hüviyetiyle değil, cemiyet me­se­lelerindeki isâbetli görüşleri ile de dikkat çekmektedir.

Yavuz’un İran seferindeki dînî gerekçelerini o hazırlamıştır. Onun bu firâseti, Sul­tân’ın yanında kıymet ve değerinin takdîrine vesîle olmuştur. Zira o, ta­rihçiliği ile de tebârüz ettiğinden, Şah İsmail’in ne yapmak istediğini Yavuz’un hassâsiyet ölçüleri içinde kavramıştı.

Gerçekten de Şah İsmail, Akkoyunlu Devleti’ni ortadan kaldırdıktan sonra yaptığı fecî katliamlarıyla, eline imkân geçtiğinde daha neler yapabileceğini zımnen göstermiş olmaktaydı.

Kemâl Paşazâde, Şah İsmail’in yaptıklarını dile getirirken şunları söylemektedir:

“O, İslâm kubbesi altındaki muazzam şehirleri şerîatin nur­la­rın­dan mahrum edip dalâlet, zındıklık ve bid’at zulmünün karanlıklarıyla doldurdu, nice hayırlı kimselerin şehîdliklerini ve onların ibadet yerleri olan medrese ve mescidlerini harap ettirdi.”

Şah İsmail’in, İslâm’ın bağrına sapladığı hançerin çıkarılması için yapılacak harbin de bir cihâd olduğunu beyân etti.

Yavuz Sultan Selim Han’la beraber Mısır seferine de iştirâk etti. Fetihten sonra Hayırbey ve Mısır arâzisinin tahrîrini yaptı. Sefer dönüşünde Kemâl Paşazâde’nin atından sıçrayan çamurların Yavuz’un kaftanına bulaşması ve buna mukâbil Sul­tân’ın numûne-i imtisâl olan davranışı pek meşhurdur.

PEYGAMBERİMİZİ HAFİFE ALDIĞI İÇİN İDAM ETTİRDİ

Dînî me­se­lelerde hassas bir zât olup îman prensiplerini muhâfazada son derece gayret sarf eden Kemâl Paşazâde’nin, Molla Kâbız gibi zihin ve akîdeleri bozup cemiyeti buhrana sürükleyen kişilerle mücâdele ederek onlara gerekli cezâların tatbikiyle huzur ve sükûnu teminde de büyük hizmetleri olmuştur.

Molla Kâbız, müslüman olduğunu söylemekle birlikte Hazret-i Peygamber’in şân ve şerefini hafife alarak o Âlemler Efendisi’nin fazîletini inkâr eden ve bunu cemiyette yaymak sûretiyle ortalığı fesâ­da boğan bir kimseydi. Bu sebeple de katledildi. Ancak bu katil, elbette ki rastgele yapılmamıştır.

Kâbız, evvelâ Osmanlı dîvânında Kemâl Paşazâde ile İstanbul kadısı Sâdullâh Sâdî Efendi tarafından dinlendi ve karşılıklı yapılan münâzarada fikirleri ilmen tek tek çürütülerek cürm ü hatâsı ortaya konuldu. Sonra da tevbe etmesi istendi. Böyle yaptığı takdirde affedilip serbest bırakılacağı da beyan edildi.

Buna rağmen Kâbız, tevbeye yanaşmadı, üstelik mağlûbiyetin neticesi olarak nefsânî bir azgınlıkla serkeşlikte bulundu. Bunun üzerine de katle müstehak görüldü.

Böyle müfsid ve şerîr kimseler hakkında İbn-i Kemâl Paşa’nın yazdığı şu dörtlük meş­hurdur:

Şerîat kim sarây-ı Kibriyâ’dır,

Hakîkat mülküdür muhkem binâdır.

Anun taşını kim ki oynadursa,

Yoluna başını koymak revâdır...

Kaynak: Osman Nuri Topbaş / Osmanlı, Erkam Yayınları