"şeyhin Duâsı Mutlaka Kabul Olur" mu?

Sorularla İslam

Bâzı cezbeli müridlerin heyecan taşkınlığı içinde söyledikleri; “Benim şeyhim bir şeyi dilerse Allah onu mutlakâ verir…” gibi sözler; muhabbet, hürmet ve bağlılığın, hadd-i lâyığından çıkarak, ifrat ve taassup derecesine varmasının bâriz bir misâlidir.

Zira Peygamber Efendimiz r, Allâhʼın Habîbi olmasına rağmen, Oʼnun bile bütün duâları kabul edilmemiştir. Nitekim, Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur:

Rabbimden üç şey talep ettim. İkisini verdi, birini geri çevirdi: Rabbimden ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helâk etmemesini talep ettim, bunu bana verdi. Ümmetimi suda boğulma sûretiyle helâk etmemesini diledim, bana bunu da verdi. Ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını da talep etmiştim, bu ise geri çevrildi. (Müslim, Fiten, 20/2890)

DUÂLAR YALNIZ ALLAH'IN DİLEMESİYLE KABUL OLUR!

Demek ki Rabbimiz, peygamberlerinin bile duâlarını dilerse kabul eder, dilerse etmez. Bu bakımdan kul, hangi mânevî makam ve mertebede olursa olsun, amelleri gibi duâları da Allah Teâlâʼnın kabûlüne muhtaçtır.

Bu ölçü, peygamberler hakkında bile böyle olduktan sonra, peygamberler dışındakilere -velev ki onlar büyük evliyâullahʼtan bile olsalar- ne derecede şâmil olduğunu iyi anlamak îcâb eder.

Bu bakımdan, Allâh’ın sevgili bir kulu, duâ ettiğinde mutlakâ kabul olacak veya bir hastaya okuduğunda kesinlikle şifâ bulacak denilemez. Zira bu gibi hususlar, her iki tarafın ihlâsının yanında, bir de Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve murâdına uygun düşmelidir ki arzu edilen netice hâsıl olsun. Ayrıca yapılan bâzı duâların kabûlünün, hemen bu dünyada değil, âhirette de tecellî edebileceğini ve bunların da Hakk’ın murâdına bağlı hususlar olduğunu, hatırdan çıkarmamak gerekir.

EVLİYAULLAHIN ASIL VAZİFESİ GÖNÜLLERİN ÎKAZ VE İRŞÂDIDIR

Diğer bir husus da, hem peygamberlere hem de evliyâullâha farklı meşrep ve tasarruflar lûtfedilmiş olmasıdır. Dolayısıyla birinde öne çıkan üstün bir vasıf, diğerinde aynı seviyede bulunmayabilir. Onun için hepsinden aynı tasarrufları beklemek doğru olmaz. Zâten onların asıl vazifesi de bu tip tasarruflar değil, gönüllerin îkaz ve irşâdıdır.

Şu hâdise, bütün tasarrufların Allâhʼın dilemesine bağlı bulunduğu gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır:

EBÛ TÂLİB'İN HİDAYETE EREMEMESİ

Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- ve müslümanların hâmîsi olan, onları yıllarca fedakârâne bir sûrette müdâfaa eden, amcası Ebû Tâlibʼin îmân etmesini Rasûlullah Efendimiz çok arzu eder ve bu hususta ısrarcı olurdu. Ebû Tâlib de bu ısrar karşısında yeğenine:

“–Ben Sen’in hakîkatini biliyorum. Lâkin Sana îmân edersem, Kureyş’in kadınları beni ayıplar!” derdi. Yani vicdânen kabul ettiği hakîkati, kavmî asabiyetine mağlup olduğu için ikrâr edemezdi. Nihâyet Ebû Tâlib’in, Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’e son sözü şu oldu:

“–Ben, eski dîn (Abdülmuttalib’in dîni) üzere ölüyorum. Kureyş benim için ölümden korktu da dînini değiştirdi demeyecek olsaydı, Sen’in sözlerini kabul ederdim!..”[1]

PEYGAMBERLERİN GAYRETİ BİLE TEK BAŞINA YETERLİ DEĞİL

Bu sözler üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-:

“–Ben de men olunmadığım sürece senin için dâimâ istiğfarda bulunacağım!”[2] buyurmuş ve amcasının evinden mahzun olarak ayrılmıştır.

Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in çok üzülüp amcası için; “Sana istiğfarda bulunacağım!” demesi sebebiyle âyet-i kerîmede şöyle buyruldu:

اِنَّكَ لَا تَهْد۪ى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ى مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ

(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin! Fakat Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.” (el-Kasas, 56)[3]

Demek ki peygamberlerin gayreti bile tek başına hidâyete eriştirmek için kâfi değildir. Cenâb-ı Hak dilerse bu gayretlere tesir bereketi lûtfeder, neticeye ulaştırır, dilerse de neticesiz bırakır.

Dipnotlar: [1] Buhârî, Cenâiz 81, Menâkıbu’l-Ensâr 40; İbn-i Sa’d, I, 122-123. [2] Peygamber Efendimizʼin bu istiğfârından hareketle müslümanların da, müşrik ataları için istiğfarda bulunmak istemeleri üzerine, Tevbe Sûresiʼnin 113-114. âyet-i kerîmeleriyle bu fiil yasaklanmıştır. (Bkz. Taberî, Tefsîr, XI, 31) [3] Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, 28/1; Müslim, Îman, 39, 41-42; Ahmed, Müsned, V, 433.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları