Senin Kurtuluşun Başkalarında!

İSLAM VE İHSAN

Müʼmin, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini hiçbir zaman unutmamalıdır. Yani müslüman, bencil olmamalı, bilâkis diğergâm bir rûha sahip olmalıdır. Yüksek bir mesʼûliyet duygusuyla, din kardeşlerini, hattâ imkânı nisbetinde bütün mahlûkâtı kendisine zimmetli bilmelidir.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“İnsanların Hakk’a en yakın olanı; halkın cefâlarına katlanan, onların ihtiyaçlarını merhametle yüklenen ve ahlâkı en güzel olandır.”[1]

Bir gün Rasûlullah -sallβllβhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe Cennetʼe giremezsiniz.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” deyince, Efendimiz -sallβllβhu aleyhi ve sellem-:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)

Rabbimiz; müslümanların birlik ve beraberliğini, hayırda yarışıp yardımlaşmalarını, velhâsıl ictimâîleşmelerini arzu eder. Müʼmin, bu şuurdan uzak bir şekilde yaşanan ferdî bir müslümanlığın, kendisini kurtarmaya kâfî gelmeyeceğini aklından çıkarmamalıdır. İnsanlarla ülfetin doğuracağı birtakım külfet ve zahmetleri de Cenâb-ı Hakkʼın rahmet, mağfiret ve lûtuflarına bir vesîle ittihâz etmelidir. Bütün bunları sabır ve rızâ ile karşılamalı, hattâ kendisi için bir nîmet bilmeli, böylece zahmetleri rahmete inkılâb ettirmelidir.

HALKIN EZA VE CEFALARINA ALLAH İÇİN KATLANMANIN FAZİLETİ

İmâm Gazâlî Hazretleri, halkın ezâ ve cefâlarına Allah için katlanmanın fazîletine dâir, şu hikmetli kıssayı nakleder:

“Hakîmin biri, hikmete dâir 360 eser yazmış ve bu sâyede Allâh’a yaklaştığını zannetmişti. Allah Teâlâ, zamanın peygamberine şöyle vahyetti:

«–Falana söyle, yeryüzünü nifâk ile doldurdu. Ben onun nifâkından bir şey kabul etmem!»

Bunu duyan adamcağız, tek başına bir mağaraya çekilerek ibadet etmeye başladı ve;

«–Herhâlde şimdi Rabbimin rızâsına eriştim.» diye düşündü.

Yine Allah Teâlâ, peygamberine:

«–Ona söyle, insanlar arasına girip onların eziyetlerine katlanmadıkça rızâma erişemez.» diye vahyetti.

Adamcağız çarşıya çıktı, insanlar arasına girdi, onlarla beraber yürüdü, oturdu, yedi-içti. (Onların dertleriyle dertlendi, onlara karşı mesʼûliyetlerini idrâk etti. Hatâsını anladı.) Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine şöyle vahyetti:

“–Haber ver o adama ki, şimdi Ben’im rızâma nâil oldu.” (İhyâ, II, 610-611)

İSLAM'I TOPLUMDA YAŞAMAK

Yani İslâm, kendini toplumdan tecrid ederek ve kendi kabuğuna çekilerek yaşanan ferdiyetçi bir din değildir. Bilâkis, toplum hâlinde yaşanan bir hayat dînidir.

Mühim olan, toplumla iç içe, âile, akrabalık, komşuluk münâsebetlerinden, ticâret ve iş hayatına kadar bütün insanî muâmelât ve münâsebetlerde İslâmʼın güzelliklerini, hâl, davranış ve şahsiyetinde sergileyebilmektir. Böylece Allâhʼın yeryüzündeki şâhidi ve dîninin temsilcisi olabilmektir. Bu hususta müʼminin karşılaşacağı zorluk ve imtihanlar, onun gönül dünyası için âdeta bir tezkiye/arınma, günahlara kefâret ve terfi-i derecât vesîlesidir.

Nitekim Hak dostları da insanları irşâd edebilmek için halkın içine karışmış, bu uğurda câhillerden, nâdanlardan, yol-yordam bilmeyen kaba insanlardan gelen ezâ ve cefâlara katlanarak Allah için sabretmenin uhrevî mükâfâtına nâil olmayı hedeflemişlerdir.

KABA OLANLARA KARŞI YUMUŞAK ÜSLUP KULLANMAK

Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Allah yolunda sadece gayr-i müslim ve münâfıklardan değil, İslâm’ın nezâket ve zarâfetini henüz kavrayamamış bâzı müslümanlardan da sâdır olan kabalıklara, büyük bir sabırla tahammül göstermiştir. Nitekim, çölden kalkıp gelen görgüsüz bedevîlerin kaba bir hitapla:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defalarca bağırmalarına rağmen O, her defasında yumuşak bir üslûpla:

“–Buyurun, isteğiniz nedir?” diye mukâbelede bulunmuştur.[2]

Hattâ Peygamber Efendimiz’in insanlarla haşır-neşir olup onların eziyetlerine mâruz kalmasından büyük ıztırap duyan amcası Hazret-i Abbas -radıyallahu anh-, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüksek bir taht üzerinde oturup hiç olmazsa bâzı sıkıntılardan kurtulmasını istemişti. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- ise:

“–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar, onların aralarında bulunacağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21)

Mü’minlere de şu îkazda bulundu: “İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507)]

[1] Attâr, Tezkire, s. 199.

[2] Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed, IV, 239.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Bâyezîd-i Bistâmî, Erkam Yayınları