Sahabe Şuuru Nedir?

Sahabiler

Sahabe şuuru, İslam davasında her an hazır kıta olmaktır. "Ey Sahabi!" dendiği vakit "Emret Ya Resulallah" diyerek cevap vermektir. Bu minvalde her müminin kazanması gereken bir idrak ve dava bilinci olmasının yanında, İslam'a olan hassasiyetleri ile en üst seviyede bir takva hayatının göstergesidir.

Ashâb-ı kiram da aynı kalp kıvâmı üzereydi. Hazret-i Peygamber;

“–Bu tebliğ mektubunu Bizans kralı Herakliyus’a kim götürecek?” dediği zaman, sahâbenin yaşlısı-genci hiç düşünmeden ayağa kalkarak;

“–Yâ Rasûlâllah! Bu şerefi bana lutfediniz!” diyorlardı.

“Biz ıssız çölleri, sarp dağları nasıl aşacağız? Kralların kelle uçurmaya hazır cellâtlarının önünde bu mektubu nasıl okuyacağız?” diye endişe etmiyorlardı. Allah Rasûlü’nün mektubunu taşımak, onun risâletini aşk ve vecd içinde tebliğ etmek heyecanıyla, ölümü bile göze alıyorlardı. Onların tek arzusu, Allah Rasûlü’nün yüreğinde bir muhabbete nâil olmaktı.

ESAS HAYAT AHİRET HAYATIDIR

Onlar, Allah Rasûlü’nden dâimâ âhiret telkini almışlardı:

Çünkü O’nun mübârek dilinden hiç düşürmediği düstur şuydu:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Cihad, 110)

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği her nefesiyle kabirdeki istirahate hazırlanmalıdır.

Allah Rasûlü’nün duâları da kabir ve âhiret endişesini telkin ediyordu. Bir duâları şöyleydi:

اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

“Kabir azabından, ateş (cehennem) azabından yâ Rabbî Sana sığınırım.” (Buhârî, Ezân, 149)

İSLÂM’I TEBLİĞ EDECEK KADROLAR

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-; ömrü boyunca İslâm’ı tebliğ ettiği gibi, İslâm’ı tebliğ edecek kadroları hazırlamak da O’nun en çok ehemmiyet verdiği faaliyetiydi.

Allah Rasûlü; Mekkeli muhâcirleri çok severdi, Medineli ensârı da çok severdi. Fakat en çok suffe ashâbıyla meşgul olurdu. Onları hâl ve gönül ile terbiye ederdi. Çünkü onlar; İslâm’ı ufuklara tebliğ edecek, yetişmiş kâmil mü’minler olacaklardı.

Suffe ashâbı; çoğu kimsesiz, evsiz-yurtsuz fakirlerden oluşan îman talebeleriydi.

Onlar; kitap-defterle zâhirî bir eğitim değil, kalpten kalbe hâl ve gönül terbiyesi aldılar. Bu ihlâs ve takvâ onları öyle rakik ve hassas bir kıvâma getirdi ki, her âyeti tatbik etmek heyecan ve iştiyâkı içinde olurlardı.

Meselâ; infâk âyetleri inmeye başladığı zaman, dağa çıkıp odun kestiler, çarşıda satıp bedelini Allah Rasûlü’nün önüne koydular.

Hâlbuki kendileri yarı çıplak vaziyetteydiler. Lâkin; “Ben muâfım.” demediler. Her âyetin muhtevâsı, şümûlü ve istikametine girmenin heyecanı ve telâşesi içinde yaşadılar.

Onlara bu şuuru kazandıran Fahr-i Kâinât Efendimiz’di.

Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Bu vazifeyi gerçekleştirecek kişileri -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ilim ve hâl ile donattı. Sonra onları krallara gönderdi. Onlar öyle şuurlanmış ve öyle donanmışlardı ki, emr-i bi’l-mârûfa gitmeyi canlarına nimet bildiler.

Sakarya Nehri; deryâya kavuştuğunda, artık tamamen Karadeniz’de fânî olur. Nehir, deryânın içinde ayrı bir benlik taşımaz. Sakarya’nın husûsiyetleri bitmiş, Karadeniz olmuştur.

Bu misâlin anlattığı hakikat üzere;

Ashâb-ı kiram da Allah Rasûlü’nde fânî oldular. Onlar için hayatın en büyük lezzeti Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hâlini yaşamak ve yaşatmak idi.

Dâimâ;

“Yâ Rasûlâllah, emret! Canım, malım, her şeyim Sen’in için fedâ olsun!” dediler.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Mart 145.Sayı 2017

TEK BAŞINA BİR ÜMMET OLAN SAHABİ