Sahâbe-i Kirâm’ın Kur’an’ı Tefsîri

KUR’ÂNIMIZ

Sahâbenin Kur’an’ı tefsîri ne demektir? Sahabe Kuran'ı nasıl tefsir ediyor?

Resûlullah (s.a.v.)’in vefatından sonra sahâbe-i kirâm, Kur’ân-ı Kerîm hizmetlerini devraldı. Kur’an’ın cem’i, istinsahı, çoğaltılıp çevre beldelere dağıtılması, kırâati, tefsîri, hâsılı hiçbir değişmeye ve bozulmaya uğramadan tebliği, okunması, anlaşılması ve yaşanması için bütün güçleriyle çalıştılar. Büyük bir iman vecdiyle dillere destan hizmetler yaptılar.

Sahâbe-i kirâm, dilleri Arapça olduğu, âyetlerin inişine şâhit oldukları ve onların inişine sebep olan hâdiseleri bildikleri için Kur’ân-ı Kerîm’i anlamakta zorluk çekmiyorlardı. Şu da var ki, anlayış bakımından şüphesiz hepsi de aynı seviyede değildi. İçlerinden ilmî faaliyetlere zaman ayırabilen olduğu gibi, meşgaleleri sebebiyle vakit bulamayanlar da vardı. Bu sebeple onlardan Kur’an tefsîri ile meşgul olanlar, belli sayıdaki kimselerdi. En meşhurları Hülefâ-i Râşidîn, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesûd, Übey b. Ka‘b, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Zübeyr, Ebu Mûsâ el-Eş’arî (r.a.)’dür.

Sahâbe-i kirâm âyetleri tefsîr ederken öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’e, sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetine müracaat ediyorlardı. Şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa kendi içtihatlarıyla tefsîr ediyorlardı. İçtihatlarıyla tefsîr yaparken de ya din ya da dil gerçeğine ehemmiyet veriyorlardı. Kur’an kendi ana dilleriyle indiği için onun lafız ve terkiplerinin inceliklerini kolaylıkla anlıyorlardı. Bu sebeple onlar bir taraftan dil tahlilleriyle, bir taraftan da eski Arap şiiriyle istişhatta bulunmak suretiyle, Kur’an’ı daha sonraki nesillere ışık tutacak şekilde tefsîr etmişlerdir.

Sahâbe tefsîrinin genel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

  • Sahâbe-i kirâm, Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona âyet âyet tefsîr etmemişlerdir. Buna zaten ihtiyaçları da yoktu. Daha ziyade garib, muğlak, müphem ve mücmel lafızları tefsîr etmişlerdir.
  • Âyetlerin tefsîrine yönelik sahâbe arasında bir kısım ihtilaflar oluyordu. Fakat bunlar tezat değil tenevvü ihtilafıydı. Yani verilen mânalar birbiriyle çelişmiyor, meselenin farklı bir boyutunu ifade ediyordu. Mesela مُخَلَّدُونَ (muhalledûn) (Vâkıa 56/17) kelimesine birinin “ebedi kalacaklar” diye, bir başkasının “onlar hiç yaşlanmayacak, hep genç kalacaklar” diye mâna vermesi gibi.
  • Ahkâm âyetlerinden hüküm istinbatında bulunmamışlardır.
  • Sahâbe döneminde tefsîr henüz tedvin edilmemişti yani henüz tefsîr bilgileri yazıya geçirilmiyordu. Bunlar sözlü olarak naklediliyordu.
  • Sahâbe âyetlerin iniş sebeplerini açıklamışlardır. Çünkü onlar bu olaylara bizzat şâhit olmuşlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in, sahâbe sözleriyle tefsîrine misâl:

İbrâhim sûresinin 28 ve 29. âyetlerinde şöyle buyrulmaktadır:

“Allah’ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi? Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü karargâhtır.”

Abdullah b. Abbas, bu âyeti şu şekilde açıklamıştır: “Allah’ın nimetlerine nankörlük edenler Kureyş kâfirleridir. Onların nankörlükle karşıladıkları nimet de Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Helak yurdundan maksat da Bedir günüdür. Çünkü onlardan pek çoğu o günkü savaşta öldürülmüş ve cehenneme sürüklenmiştir.» (Buhârî, Megâzî 7)

Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Tefsîr Usûlü ve Tarihi, Erkam Yayınları