Peygamber Efendimiz (s.a.v) Akrabalarına Nasıl Davranırdı?

Şahsiyeti

Peygamberimiz (s.a.v) akrabalarına nasıl davranırdı? Müslümanları akraba ile ilgili hangi konularda uyarıyor ve tavsiyelerde bulunuyor? Prof. Dr. Ömer Çelik anlatıyor...

“Rızkının çoğalmasını, ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabasını kollayıp gözetsin.” (Buhârî, Edeb 12)

İslâm ahlâk literatüründe akrabalık ilişkilerine riayet veya akrabalık bağı anlamında “sıla-i rahim” tabiri kullanılır. Arapçada sıla, bağ; rahim ise akrabalık demektir. Akrabalığın rahim kelimesiyle ifade edilmesi insanoğlunun bir anadan gelmesiyle yakından alâkalıdır. Yani birbirine akraba olan kimseler, bu akrabalığın nereden başladığını, kaç nesildir devam ettiğini öğrenmek için bir araştırma yapsalar, sonunda onun aynı rahimde nihayete erdiğini görürler. Bir başka ifadeyle rahim, akrabalığı sağlayan şeydir. Ayrıca rahim Allah’ın Rahmân ve Rahîm isimleriyle aynı kökten türeyen bir kelimedir. Canlı varlıkların yaratılışı ve hayatlarını idame ettirebilmeleri, Allah’ın merhamet sıfatının bir tecellisidir. Hâdiseye bu zaviyeden bakınca eşref-i mahlukât olan insanın fizikî âlemde ilk yaratıldığı ve barındırıldığı yere rahim denmesinin anlamı daha iyi anlaşılacaktır.

Dinimizde insanlar arası ilişkilere ihtimam gösterildiği gibi bilhassa anne babanın ve yakınlardan başlayarak akrabaların ziyaret edilmesi ve her türlü desteğin verilmesi de son derece önemli bir prensip olarak ortaya konulmuştur.

Bir âyet-i kerîmede önce Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak ardından ana babaya ve akrabaya iyilik yapmak emredilirken (en-Nisâ 4/36) bir başka âyette şöyle buyrulmaktadır:

“Ey insanlar! ... Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde gözetleyicidir.” (en-Nisâ 4/1)

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- de: “Allah’a ve âhiret gününe îmân eden kimse akrabasına iyilik etsin” buyurmuş, (Buhârî, Edeb, 85) İslâm’la ilk muhatap olan birçok kimseye de benzer anlamda emir ve tavsiyelerde bulunmuştur.

Amr bin Abese isimli sahâbîden nakledilen uzunca bir hadiste bunun örneğini görmekteyiz. O diyor ki:

Cahiliye dönemindeyken insanların dalâlet üzere olduğunu, hiçbir işe yarayacak harekette bulunmadıklarını biliyordum. Çünkü onlar putlara tapıyorlardı. Derken bir zatın önemli haberler verdiğini duydum. ...Onunla görüşme yolu aradım. Mekke’de kendisine ulaştım ve:

– Sen kimsin, necisin, diye sordum.

“– Peygamberim” diye cevap verdi.

– Peygamber ne demek, dedim.

“– Beni Allah gönderdi” dedi.

– Seni hangi vazifeyle gönderdi, diye sordum.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Akrabayı koruyup gözetmek, putları kırmak ve Allah’ın bir olduğunu ilan edip O’na ortak koşulmaması gerektiğini anlatmakla görevlendirdi” buyurdu. (Müslim, Müsâfirîn, 294)

Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-’ın naklettiği rivayete göre Resûlullah’a bir adam gelir ve der ki:

– (Ya Resûlallah) Beni cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak amelin ne olduğunu söyler misin?

Peygamberimiz şöyle buyurur:

“– Allah’a ibadet eder, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaz, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, akrabalarına karşı iyi muamelede bulunursun.”

Sorusunun cevabını alan adam geri dönüp giderken Efendimiz yanındaki ashabına:

“– Eğer bunlara sımsıkı sarılırsa cennete girer” buyurdu. (Müslim, İmân, 14)

Akrabalık ilişkilerinin devamı cenneti kazanma vesilesi sayılırken bu ilişkileri koparmak ve akrabalık hukukuna riayet etmemek de Allah’ın rahmetinden uzak kalmaya sebep olmaktadır.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’den rivayet edildiğine göre Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ varlıkları yaratma işini tamamlayınca, akrabalık bağı (rahim) ayağa kalkarak:

– (Huzurunda) bu duruş, akrabalık bağını koparan kimseden sana sığınanın duruşudur, dedi.

Allah Teâlâ:

– Pekâlâ, seni koruyup gözeteni gözetmeme, seninle ilgisini kesenden rahmetimi kesmeme râzı değil misin, diye sordu.

Akrabalık bağı:

– Elbette, râzıyım, dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ:

– Sana bu hak verilmiştir, buyurdu. (Buhârî, Edeb, 13, Müslim, Birr, 16)

Bu husustaki bir hadis-i kudsî de şu meâldedir:

Allah Teâlâ buyurur ki: Ben Rahmân’ım. Rahim (akrabalık bağı) var ya, işte onu kendi ismimden bir isim olarak türettim. Ona riâyet edene Ben iyilik ve ihsanda bulunurum. Onu koparanı da lutuf ve merhametimden mahrum bırakırım.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 45)

Ebû Hüreyre’nin naklettiği bir hâdis-i şerîf ise akrabayla ilişkisini kesenin hazîn durumunu şöyle belirtmektedir:

“Her Cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allah’a arz olunur. Ancak akrabasıyla alâkasını kesen kimsenin amelleri kabul edilmez.” (İbn-i Hanbel, II, 484)

Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, zulüm ve haksızlık edip haddi aşan ile akrabalık ilişkilerini kesen kimseye daha dünyada iken cezasının verileceğini ve bunun da âhiretteki cezaların yerine geçmeyeceğini beyan buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 43; Tirmizî, kıyâmet, 57) Ayrıca Efendimiz, akrabalık ilişkilerine riayetin dünyadaki semeresine şöyle işaret etmektedir:

“Rızkının çoğalmasını, ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabasını kollayıp gözetsin.” (Buhârî, Edeb 12, Müslim, Birr, 20, 21)

Akrabalarını ziyaret ettiği hâlde onlardan olumlu muamele görmeyenlerin dahi ilişkilerini kesmemeleri gerekir. Bununla birlikte, yakınları tarafından kendilerine alâka gösterilen kişilerin karşılık vermemeleri durumunda büyük bir mesuliyet altında kaldıkları unutulmamalıdır. Nitekim Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’den rivayet edildiğine göre bir adam:

– Yâ Resûlallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret ediyorum, onlar bana gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlar bana kaba davranıyorlar, dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“– Eğer dediğin gibi isen, akrabana sıcak kül yediriyor gibisin. Şayet bu şekilde davranmaya devam edersen, onlara karşı senin yanında Allah Teâlâ’nın görevlendireceği bir yardımcı dâimâ bulunacaktır.” (Müslim, Birr, 22)

Hadis-i şerifte geçen “onlara sıcak kül yediriyor gibisin” ifadesi bir teşbihtir. Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, akrabasından ilgi gördüğü halde aynı şekilde karşılık vermeyen kimselerin içinde bulunduğu hâli, sıcak kül yiyenin acı ve ıstıraplı hâline benzetmiştir.

Her ne kadar yakınları tarafından karşılık görmese bile kişinin yaptığı iyiliğe devam etmesi gerektiğini Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle belirtmektedir:

“Akrabasının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabayı koruyup gözeten adam, kendisiyle ilgiyi kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devam edendir” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 15)

Hatta akrabaları Müslüman olmasa bile kişi, onlarla belli bir hukukunun olduğunu unutmamalıdır. Bir âyet-i kerîmede Müslüman olmayan anne ve babaya Allah’ı inkâr etmek için zorladıkları takdirde itaat edilmemesi emredilmekte, hemen peşinden de “Onlarla dünyada iyi geçin!” buyrulmaktadır. (Lokman 31/15)

Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ -radıyallâhu anhümâ- diyor ki, İslâm’ı kabul etmemiş olan annem Resûlullah zamanında yanıma gelmişti. Peygamberimiz’in görüşünü almak için:

– Annem, beni özleyip gelmiş. Ona ikramda bulunabilir miyim, diye sordum.

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Evet, annene iyi davran!” buyurdu. (Buhârî, Hibe, 30; Müslim, Zekât, 50)

Muhtaç durumdaki akrabaya yapılacak iyilik ve yardımların başkalarına yapılacak hayırlardan ecir ve sevap bakımından daha üstün olduğu bilinmelidir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:

“Yoksula verilen sadaka bir, akrabaya verilen ise iki sadaka sevabı yerine geçer: Biri sadaka sevabı, öteki de akrabayı koruyup gözetme sevabıdır.” (Tirmizî, Zekât, 26)

İyiliğin öncelikle akrabaya yapılmasıyla ilgili bir başka rivayeti Enes -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

Medine’de Ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan Ebû Talha idi. Ebû Talha’nın en sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ adlı hurma bahçesiydi. Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu bahçeye girer ve oradaki tatlı sudan içerdi.

Enes sözüne devamla der ki: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, gerçek iyiliğe (asla) eremezsiniz” (Âl-i İmrân 3/92) âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Ebû Talha, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi ve:

– Yâ Resûlallah! Cenâb-ı Hak sana “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, gerçek iyiliğe (asla) eremezsiniz” âyetini gönderdi. En sevdiğim malım Beyruhâ adlı bahçedir. Onu Allah rızası için infak ediyorum. Allah’tan onun sevabını ve benim için âhiret azığı olmasını dilerim. Beyruhâ’yı Allah’ın sana göstereceği şekilde kullan, dedi.

Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“– Âferin sana! Kârlı mal dediğin işte budur! Seni duydum Ebû Talha. Onu akrabalarına vermeni uygun görüyorum.”

Ebû Talha:

– Öyle yapayım, yâ Resûlallah, dedi ve bahçeyi amcasının oğulları ve diğer akrabaları arasında taksim etti. (Buhârî, Vekâlet, 14; Müslim, Zekât, 42)

Diğer taraftan fakir ve güçsüz iken hayır ve hasenattan bahsedip de zengin ve güçlü duruma yükselince başka türlü davranmak Müslümana yakışmaz. İhtiyaç içindeki akrabalara iyilik her durumda düşünülmeli ve yapılmalıdır. Kur’ân-ı Kerîm bu vasıftaki kişileri şu çarpıcı üslûbuyla yermektedir:

فَهَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ تَوَلَّيْتُمْ اَنْ تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِ وَتُقَطِّعُٓوا اَرْحَامَكُمْ ﴿٢٢﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ فَاَصَمَّهُمْ وَاَعْمٰٓى اَبْصَارَهُمْ ﴿٢٣﴾

“(Ey münafıklar!) Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabalarla ilginizi kesersiniz, değil mi? İşte Allah’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.” (Muhammed 47/22-23)

Akrabalık ilişkilerinin nasıl sağlanacağı hususu, kişilerin konumlarına göre değişir. Mesela yakınlara karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak, selâmlaşmak, hâl hatır sormak, ziyaret etmek, mektuplaşmak, elden geldiği kadar onların sevinçlerine ve hüzünlerine ortak olmak, hediyeleşmek, ikramda bulunmak ve gerektiğinde maddî destek sağlamak iyi ilişkilerin bir gereğidir.

Emir ve tavsiyeleriyle sıla-i rahimin önemine vurgu yapan Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- aynı zamanda kendi hayatında, uzak yakın demeden bütün akrabalarıyla irtibatını sürdürmüştür. Bilindiği gibi Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- kendisi dünyaya gelmeden evvel babasını, altı yaşında iken de annesini kaybetmişti. Dolayısıyla o, önce dedesi daha sonra da amcası Ebû Tâlib’in yanında büyümüş, bu esnada amcasının eşi Fâtıma Hanım, Efendimiz’e kendi çocuğu gibi bakmış, bazen çocuklarından bile üstün tutmuştur. Müslüman olup Medine’ye hicret eden bu hanım sahabi vefat ettiğinde Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- çok üzülmüş ve “Annem öldü” demiştir. Ayrıca onu kendi gömleği ile kefenletmiş, hatta kabre konulmadan önce bir müddet kabrine uzanıp yatmıştır.

Sahâbîler:

– Ya Resûlallah Fâtıma için yaptığını başka hiç kimseye yapmadın, dediler.

Bunun üzerine Efendimiz şu cevabı verdi

“– Ebû Tâlib’ten sonra bana, ondan daha çok iyilik eden birisi yoktur. Gömleğimi ona cennet hulleleri giydirilsin diye giydirttim. Kabir hâli kendisine kolay gelsin diye de kabrine uzandım.” (Yakûbî, II, 14; İbn-i Abdilber, IV, 1891)

Peygamberimiz Hudeybiye umresi için Mekke’ye giderken Ebva’ya uğramış, burada bulunan annesinin kabrini ziyaret etmişti. Kabri eliyle düzeltmiş, bir taraftan da ağlamıştı. Niçin ağladığı sorulunca da:

“Annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım da bu sebeple ağladım” buyurmuştu. (İbn-i S’ad, I, 116, 117)

Efendimiz, Ebvâ köyünde kendisiyle beraber annesinin ölümünü gören dadısı Habeşli Ümmü Eymen’i de zaman zaman evinde ziyaret eder, onun hakkında:

“Annemden sonra benim annemdir” derdi. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 303)

Peygamberimiz amcası Ebû Tâlib’in Müslüman olmasını çok istemişti. Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- onun vefatı esnasında, “Amcacığım «Lâ ilahe illâllah» de ki kıyâmet gününde senin lehine şehadette bulunayım” buyurmuş, fakat ona İslâm nasip olmamıştı. Öyle ki Efendimiz’in, çok sevdiği ve daima yardımını gördüğü amcasının hidayeti için aşırı gayret göstermesi üzerine şu âyet nazil olmuştu:

“Resûlüm! Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bilâkis Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete erecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas 28/56) (Müslim, Îmân, 41, 42)

Diğer amcası Abbas -radıyallahu anh- ile ilgili şu haber de dikkat çekicidir:

Bir gün Abbas -radıyallahu anh- öfkeli bir hâlde Hz. Peygamber’in yanına gelir.

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Seni öfkelendiren nedir?” diye sorar.

Hz. Abbas:

– Kureyş’in bizimle alıp veremediği nedir? Kendi aralarında birbirlerine karşı güler yüzlü davranırlar, bizimle karşılaştıklarında surat asarlar, der.

Bu duruma Hz. Peygamber de öfkelenir. Öyle ki öfkeden yüzü kızarır ve şöyle buyurur:

“– Nefsimi elinde tutan Zat-ı Zü’l-Celâl’e yemin olsun ki Allah ve Resûlü için sevmediğiniz sürece hiç birinizin kalbine îmân girmez.” Sonra devamla der ki:

“Ey insanlar, her kim amcama eziyet ederse mutlaka bana eziyet etmiş olur. Zira kişinin amcası babası yerindedir.” (Tirmizî, Fiten, 28)

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhuma- anlatıyor:

Resûlullah bir gün (babam) Abbas’a dedi ki:

“– Amcacığım, sen ve oğlun Pazartesi sabahı bana gelin, sizlere dua edeyim. Allah bu dua bereketiyle sana ve oğluna hayırlar versin.”

Babamla birlikte Resûlullah’a gittik. Bize birer elbise giydirdi ve şöyle dua buyurdu:

“Allah’ım! Abbas’ı ve oğlunu zâhir ve batın hiçbir günahın hâriç kalmayacağı mağfiretinle bağışla. Allahım! Onu çocuğu sebebiyle muhafaza buyur.” (Tirmizi, Menakıb, 28)

Yine Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- sütannesi Halime’ye de iyi davranmış, o yanına gelince çok sevinmiş, sırtındaki ridasını yere sererek onu üzerine oturtmuş ve “Anneciğim, anneciğim!” diye hitap etmiştir. (İbn Sa’d, I, 113, 114)

Benzer bir olay Amir bin Vâsıla -radıyallahu anh- tarafından şöyle anlatılır:

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i Cîrane denen yerde et taksim ederken gördüm. Ben, o zaman çocuktum ve kesilen develerin kemiklerini taşıyordum. O anda bir kadın gelip Hz. Peygamber’e yaklaştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- hırkasını yere serdi. Kadın onun üzerine oturdu.

Ben:

– Bu kimdir, diye sordum.

– Sütannesidir, dediler. (Ebû Dâvûd, Edeb, 119, 120)

Bir başka rivayete göre, henüz Mekke döneminde iken sütannesi Halime yanına gelmiş, Peygamberimiz’e kıtlık ve kuraklıktan şikâyet etmişti. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- ona kırk koyun ve yiyecek yüklü bir deve vererek memleketine göndermişti. (İbn Sa’d, I, 113, 114)

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- doğduğu zaman kendisine sadece bir kaç gün süt emzirmiş olan Süveybe Hanım’a da benzer ilgiyi göstermiştir. Mekke’de iken hem Efendimiz hem de Hz. Hatice ona iyilik ve ikramda bulunurdu. Hicrettten sonra da ona zaman zaman yiyecek ve giyecek göndermiş, bu ilgisini ölümüne kadar devam ettirmiştir. Hatta vefatından sonra bir yakını olup olmadığını araştırmış, neticede kimsesi kalmadığını tespit etmiştir. (İbn Sa’d, I, 108, 109)

Tâif gazvesinden sonra Hevâzin kabilesinden çok sayıda kimse ele geçirilmişti. Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, esirler arasında bulunan süt hala ve süt teyzeleri hatırına öncelikle kendisinin ve Abdulmuttalip oğullarının payına düşen esirleri serbest bırakmış, ardından da diğer ashab-ı kirâm hisselerine düşen esirleri fidye almaksızın salıvermişlerdi. (İbn-i Hişâm, IV, 135)

Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- çok uzak akrabaları bile yâd etmekten geri kalmamış insanlar arası münasebetlerde bu durumun önemine daima vurgu yapmıştır. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’den rivayet edildiğine göre Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashabına şöyle hitab etti:

“Siz kırât denen bir ölçü biriminin kullanıldığı Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın halkına iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zira onlarla bir ahid ve emânımız, bir de akrabalık bağımız vardır.” (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 226)

Bir diğer kayda göre de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“... Onlarla ahid ve emân görevi ve hısımlık bağı vardır.” (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 227)

Bilindiği üzere, Peygamber Efendimiz’in soyu Hz. İsmâil’e dayanmaktadır. Hz. İsmâil’in annesi Hz. Hâcer Mısırlı olduğu için Efendimiz Mısırlıları akraba saymakta, böylece kendisini onlarla ahid yapmış ve kendilerine emân vermiş kabul etmekte, dolayısıyla Mısır fethedildiği zaman halkına iyi davranılmasını tavsiye etmektedir.

Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in Mısırlılarla olan ikinci yakınlığı ise hısımlık bağıdır. Hatırlanacağı gibi Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, hicretin yedinci yılında devrin bazı hükümdarlarını İslâm’a dâvet ederken İskenderiye Mukavkısı’na da bir mektup göndermişti. Mukavkıs İslâmiyet’i kabul etmemekle beraber Resûl-i Ekrem’e bazı hediyeler göndermişti. Hediyeler arasında bulunan Mâriye isimli cariye ile Peygamberimiz evlenmiş, bu evlilikten oğlu İbrahim dünyaya gelmişti. Böylece Resûlullah ile Mısırlılar arasında, dededen gelen akrabalık bağından sonra bir de hısımlık bağı oluşmuştu.

Hâsılı Hz. Peygamber’in sünnetinde, her hâlukârda uzak veya yakın akrabaya değer verilmesi, akrabalık bağının korunup yaşatılması teşvik ve telkin edilmektedir. Ne acıdır ki bizler bugün iki göbek sonraki akrabamızı unutmuş durumdayız. Meselâ dedemizin amcasının oğlu, ninemizin kardeşinin kızı dendiği zaman, aramızda hiçbir bağ kalmamış gibi düşünebiliyoruz. Ne onlara gitmeyi, ne de onların bize gelmesini istiyoruz. Bilhassa şehirlere doğru yaklaştıkça akraba ilişkilerinin zayıfladığını, hatta kaybolma noktasına geldiğini görmekteyiz. Bunun en önemli sebebi, modern dünyanın bizlere sunduğu hayat tarzının sonucu kendi değerlerimizden uzaklaşmamızdır. Hâlbuki bizim kültürümüzde akrabalar insanın ilk tanıdığı, sevdiği, insanî münasebetlerini geliştirdiği, şirin ve sıcak bakışlardan oluşan çevresidir. Bu çevreyi oluşturan bağlar ise tesbih tanelerini bir araya getiren ipliğe benzerler. Söz konusu ipliği koparmak uygun olmadığı gibi kuvvetlendirmek de Müslümanlığımızın gereğidir.