Özür Dilemek Büyük Adamlıktır

Cemiyet Hayatımız

Haksız yere birine ağır bir söz söyleme ya da ceza verme durumu söz konusu olmuş ise de âmirelere ve büyüklere yakışan edeb, özür dileyebilmeleri ve helâllik isteyebilmeleridir. Bu, hiçbir zaman insanı küçültmez, aksine muhatabın gözünde ve gönlünde daha da büyütür.

İdareci, hoca, anne-baba vb. büyüklerin, zaman zaman celâlli ifadeleri olur. Neticede onlar da insandır; farklı duyguların galebesi altında farklı tavırlar sergileyebilirler. Böyle zamanlarda, küsüp kinlenmeden sabırla hareket edebilmek, içinde bulunulan nimetin devamına vesile olur. Elbette bu nevi büyüklere daha da yakışan, özellikle ceza verme ya da ikaz etme durumunda acele etmemeleri, konuyu iyice araştırıp sebebini öğrenmeye çalışmalarıdır.

Ali Ulvi Kurucu hocaefendi anlatıyor:

“Birgün babamla beraber, amcam Hacıveyiszâde’nin vazifeli bulunduğu Pîr-i Paşa Câmii’ne gitmiştik. Amcam, talebesi bulunan üç kişiye ders okutuyordu. Talebeleri, kendi oğlu Mehmed ağabey, Kâtip Mehmed Efendi ve sonraları Konya’da meşhur olan Hoca Cemil Efendi idi. Biz de oturup dersi dinledik.

Ders sona erince, amcam:

“Dünkü dersin bir hülâsasını yapalım. Cemil Efendi sen anlat.” dedi.

Arapça’da Nahiv ilminde önemli bir eser olan Molla Câmî okuyorlardı. Cemil Efendi durakladı, toparlayamadı. Amcam sinirlendi, celâllendi ve şu şekilde konuştu:

“Efendiler, siz beni kendiniz gibi boş, aylak bir insan mı zannediyorsunuz? Ben Allah’ın izniyle vakitlerimi değerlendirmeye çalışıyorum. Ömür geçiyor. Ben size ömrümü, ruhumu veriyorum. Ben, okutacağım derse bakıp geliyorum da siz çalışıp gelmiyorsunuz. Okuyacaksanız, çalışın okuyalım. Yoksa herkes kendi işine baksın...”

Cemil Efendi’nin gözünden yaşlar damlamaya başladı. Cemil Efendi o zaman, otuz beş yaşlarında sakallı bir molla idi. Koskoca insanın gözlerinden yaşlar akıyordu.

Bunun üzerine peder, o çok hürmet ettiği, babası kadar saydığı ağabeyine bir parladı, bir çıkıştı:

“Ağabey, Cemil Efendi kimdir, ne hâldedir, sen biliyor musun? Gece niçin derse bakmadan geldin, diyorsun. Acaba lâmbasında yakacak gazı var mı Cemil Efendi’nin? Üç tane yavrusu var, hanımı var. Ayrıca iki tane de hâfızlığa çalışan kardeşi var; onların yükü de Cemil Efendi’nin üzerinde. Benden iyi bilirsiniz ki, Konya vak’asında asılanların içinde babası da vardı. Bu kadar insan, Cemil Efendi’nin üzerindedir. Cemil Efendi’nin deli olup da dağlara çıkmadığına ben şaşıyorum. Ne imanlı, gayretli insanmış şu Cemil Efendi ki, dağlara çıkmadı, delirip tımarhanelere düşmedi, diyorum. Bunların üzerine Cemil Efendi’yi bir de sen mi azarlıyorsun, insaf yahu...” dedi.

O kadar sinirlenip heyecanlanmış olan amcam, babamın bu sözleri üzerine,

“Yâ öyle mi? Ben bunları hatırlayamadım, düşünemedim...” diyerek Cemil Efendi’nin gönlünü almıştı.

Cemil Efendi, sonraki yıllarda hacca geldiğinde derdi ki:

“Bugün babanın kabrine gittim. Çok ağladım.”

“Niçin Cemil Efendi?” diye sorardım. Şöyle cevap verirdi:

“Benim bu meslekte kalmama, ilim yolunda devam etmeme, babanız sebep olmuştur. Yoksa o gün öyle azarlandıktan sonra, ben artık hocamın karşısına bir daha gelemezdim: ‘Siz beni kendiniz gibi aylak mı sanıyorsunuz? Okuyacaksanız okuyun, yoksa bu iş burada kalsın’, demesiyle, ben artık onun önünde oturamazdım... Babanızın o sözleri beni hem kurtardı, hem de ondan sonra amcanızın beni himâyesi altına almasına sebep oldu.

O günlerde hakikaten büyük bir ihtiyaç içinde idim. Babanızın söylediği gibi, derse bakmak için lâmba yakmak lâzımdı, ama gazyağı alacak param yoktu. Tenha yerlerden gazete kâğıdı, karton toplardım.

Konya vak’ası sırasında, babamı, hükümet aleyhtarı diye astıkları gibi, evimizi de yakmışlardı. O zaman Ilgın kazasında oturuyorduk. Hâdiseden sonra Konya’ya göçmek zorunda kalmıştık. Hâfız idim. Annem merhum:

“Oğlum babanın mesleğinde kal, çalış âlim ol,” dedi. Fakat burada tanıyanımız yoktu.

İşte babanızın o konuşmasından sonra amcanız merhum, bize himmet ve gayret kanadını gerdi. Zekât gelir: Cemil Hoca’ya götürün... Hediye gelir: Cemil Hoca’ya götürün... diye diye bizi korudu, kolladı. Bu sayede ev sahibi oldum. Zekât alırken, zekât verir hâle geldim, elhamdülillah... Bunlar hep babanın kahramanlığı sebebiyledir.”

Cemil Hoca, Ilgın’ın Derbend köyündendir. Bu köy, çok hoca ve hâfız yetiştiren bir yerdir. Hâl-i hâzırda, o köyden yetişmiş çok hafızlar vardır. Cemil Hoca sonra ilerledi, âlim oldu, meşhur oldu. Amcamın hizmetine yardım etti. Talebe okutur, toplantılara gider, hasta okurdu... Amcamın vefâtından sonraki yıllarda, Sultan Alâaddin’in aşağısında, Ak Câmii isminde, tarihî camilerden birisinde imamdı.

Gerek dedemin, gerek amcamla babamın talebeleri, onları ömür boyu severlerdi. Çünkü onlar talebelerine bir baba şefkatiyle muamele ederlerdi. İnsan onlarda hocanın, mürşidin ne olduğunu görürdü. Mürşid, hoca, sadece elini öptüren insan değil, talebelerini, dervişlerini koruyan, gözeten, yetiştiren kimse demektir. Onlar, mânevi babalardır. Baba, fani vücudumuzun sebeb-i hayatı, sebeb-i vücûdu iken, hoca ve mürşid, ebedî ruhumuzun mürebbisi, sebeb-i feyz ü saadetidir.”[1]

[1] M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar, I, 71-73.

Kaynak: Dr. Adem Ergül, 365 Lider Davranış, Erkam Yayınları