Osmanlı'nın Gönüllerdeki Yıldızları

Osmanlı Tarihi

Bu ve emsâli zâtlar, derin, mehtaplı bir gece gibi Devlet-i Aliyye semâsının gönüllere yansıyan pırıltılı yıldızları olmuştur. Yetiştir­dik­leri insanlarla bu cihan sathında nice misilsiz fazîlet nu­mû­ne­leri sergilemişlerdir. İşte onlardan bazıları...

Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhametin, şefkatin ve sevginin müesseseleşmiş şekli olan vakıflar da, onun devrinde kemâl noktasına ulaşmış, yapılan câmilerin yanına şifâhâneler, sebiller, hamamlar, kervansaraylar (misâfirhâneler), kütüphâneler ve medreseler açılmış, toplumun maddî ve mânevî muvâzenesi kurulmuş, imkânlar muhtaçlara câmi vâsıtasıyla infâk edilerek toplumun zengin, fakir, hasta, sıhhatli, çareli ve çaresizlerinin birbirleri ile kaynaştığı muhabbet odağı olmuştur. Bu gayret ve faâliyetler, toplumun muzdarip fertlerine müşfik bir ana kucağının sıcaklığını kazandırmıştır.

Sanki ashâb devrindeki Ensâr ve Muhâcirîn’in dayanışmasından emsâl alan tesânüd, toplumu feyz ve bereket ile doldurmuştur.

Bu devirde; dîn-i mübînin, zâhirî cephesi ile beraber, bâtınına da, yani rûhî derinliğine, gönül ve vicdan ufkuna ulaşarak, Kitap ve Sün­net’in ince hikmetleri ile ebedî hayat sermâyesi olan rûhânî duyguları te­kâ­mül ettiren büyük gönül erleri yetişmiştir. Ümmetin rehberleri ve feyz pınarları olan bu büyük şahsiyetlerden bâzıları şunlardır:

Hâce Muhammed Zâhid Bedahşî -kuddise sirruh-, Şeyh Sünbül Efendi -kuddise sirruh-, Şeyh İbrahim Gülşenî -kuddise sirruh-, Şeyh Merkez Efendi -kuddise sirruh-, kırklardan Hızır Efendi -kuddise sirruh-, Şeyh Yahyâ Efendi -kuddise sirruh-, Kara Dâvûd, Beyzâvî’ye hâşiye yazan Şeyhzâde -kuddise sirruh-, Mültekà sahibi Halebî -kuddise sirruh-, Şeyh Hamîdullâh’ın oğlu Hattat Mustafa Dede -kuddise sirruh- vs...

Bu ve emsâli zâtlar, derin, mehtaplı bir gece gibi Devlet-i Aliyye semâsının gönüllere yansıyan pırıltılı yıldızları olmuştur. Yetiştir­dik­leri insanlarla bu cihan sathında nice misilsiz fazîlet nu­mû­ne­leri sergilemişlerdir. Nitekim halk arasında pek meş­hur olan ve ta­rihçi Peçevî’nin kaydettiği “başını vermeyen şehîd”in kıssası da, bu nu­mû­ne­lerden biridir:

Zigetvar’a altı menzil mesafede Grijgal palangası vardı. Burası Os­man­lılar’ın elinde idi. Ancak bu yer, o sıralar Zigetvar henüz fethedilmemiş olduğundan, devamlı düşman tehdîdi altında idi. Bir seferinde düşman, yine bu küçük yeri muhâsara altına almıştı. Düşman kumandanı Kraçin, Osmanlı kumandanı Ahmed Bey’den Grijgal’in teslîmini istedi. Gâziler bunu kabûle yanaşmadılar ve bir hurûc hareketiyle düşmanla cenge karar verdiler. O gün kurban arefesi ve cuma günü idi. Kadı Efen­di, Allah yolunda cihâd aşkı ile dolu yiğitlere:

“–Hücûmu cuma namazından sonra yapmak daha münâsiptir...” dedi.

Namazı edâdan sonra bütün gâziler, «Allah, Allah» nidâları ile kaleden bir ok gibi düşmanın üzerine atıldılar. Bir cenâha Gâzi Mehmed Bey, diğer cenâha Gâzi Hüsrev Bey kumanda etmekteydi. Düşmanla kıyasıya bir mücâdele başladı. Harbin en şiddetli ânında Gâzi Mehmed Bey şehîd düştü. Başı gövdesinden ayrılmıştı. Bir düşman neferi de onun kesik başını aldı ve doludizgin uzaklaşmaya başladı. Bunu fark eden Gâzi Hüsrev Bey, gözleri dolu dolu olmuş bir hâlde gönül dostuna haykırdı:

“–Bre Mehmeed! Düşmana baş kaptırmak yiğitliğe sığar mı? Canını verdin, bâri başını verme!..”

Bu içli kelimeler henüz bitmişti ki, şehîd Mehmed’in başsız vücûdu birden yerinden doğruldu ve düşmanına yetişip onu bir hamlede yere serdi. Sonra başını ellerine aldı ve oracığa uzanıverdi.

Bu muazzam hâdiseyi seyreden Kadı Efendi, hayretler içinde kalmıştı. Bir müddet sonra düşman perişân edildi. Diğer şehîdlerle birlikte başını koltuğunda tutan mübârek şehîd Mehmed Bey de bulunduğu yere defnedildi.


[1] Ömer Seyfettin’in “Başını Vermeyen Şehîd” hikâyesi de, buradan alınmıştır.

Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013