Osmanlı’da Medreselerin Bozulma Nedenleri

Osmanlı Tarihi

17. ve 18. yüzyılda medreseler bilimde, sanatta ve eğitim hizmetleri noktasında ne durumdaydı? Dünyadaki gelişmeler ne kadar takip ediliyordu? Eğitim sistemimizde bir eksiklik var mıydı? Osmanlı medreseleri ne zaman ve neden bozulmaya başladı? Ayrıntıları Ahmet Meral yazdı.

17. ve 18. yüzyıldaki batı dünyasında meydana gelen bilim sahasındaki gelişme ve değişmelere mukabil Osmanlı ulemâsının ilgisi ne seviyedeydi? Aynı yıllarda Medrese; bilimde, sanatta ve eğitim hizmetleri noktasında ne durumdaydı? Acaba dünyadaki bu gelişmeler ne kadar takip ediliyordu? Eğitim sistemimizde bir eksiklik var mıydı? Medreseleri yürüyen hayata etkisi sınırlı bir kurum hâline dönüştüren sebepler nelerdi?

Şüphesiz; bu gelişmeleri takip eden gerek ilmiye sınıfından, gerek de yönetici sınıfını teşkil eden ümerâdan, süreci endişeyle karşılayan bir kesim bulunmaktaydı. Nitekim çok daha önceden batı dünyasının inkişafını gören Ömer Tâlib isimli Osmanlı aydını; 1625 yılında, zaman içinde kendisini haklı çıkaracak şu endişeleri ortaya koymaktaydı:

“Şimdi Avrupalılar bütün dünyayı öğrendiler; gemileri her yere gönderiyorlar ve önemli limanları ele geçiriyorlar. Eskiden Hindistan, İndus ve Çin malları Süveyş’e gelir ve Müslümanlar tarafından bütün dünyaya dağıtılırdı. Fakat şimdi bu mallar; Portekiz, Felemenk ve İngiliz gemileriyle Frengistan’a taşınıyor ve oradan bütün dünyaya dağıtılıyor. Kendilerinin ihtiyaç duydukları şeyleri İstanbul’a, diğer İslâm ülkelerine getiriyorlar ve fiyatlarının beş katına satıp para kazanıyorlar. Osmanlı Devleti, Yemen kıyılarını ve oradan geçen ticareti ele geçirmelidir; aksi hâlde çok geçmeden Avrupalılar İslâm ülkelerine hükmedecekler.”1

MEDRESELERİN BOZULMA NEDENLERİ

Osmanlı’nın batıdan geri kalması ve bu medeniyete bağlı toplumlara karşı üstünlüğünü yitirmiş olmasının sebeplerini, öncelikle eğitim alanında gösterdiği zaaflarda aramak gerekir.

İlk Çağ medeniyetleri; geçim ve temel ihtiyaçların giderilmesindeki kolaylık sebebiyle, nehir kenarlarında oluşmuş, eğitim ve öğretim ise, daha çok şehir merkezlerinde sınırlı topluluklara nasip olmuştur. Nitekim biz Türklerin yürekten bağlı olduğu, İslâm medeniyetinin doğuşu ve en parlak uygulamaları da şehir merkezlerinde gerçekleşmiştir. Hazret-i Peygamber’in vefatının ardından İslâmiyet, on yıl süren çok kısa bir zaman da Arap Yarımadası’nın dışına taşarak üç kıtaya yayıldı. İnsanlar öbek öbek geniş topluluklar hâlinde İslâmiyet’e girdi. Sâsânî ve Bizans İmparatorluklarına bağlı İran, Irak, Suriye, Anadolu ve Mısır topraklarında yaşayan halklar; İslâm ordularını birer kurtarıcı olarak karşıladı. İslâmiyet kısa zamanda; kuzeyde Hazar Gölü, doğuda Orta Asya içlerine kadar yayıldı ve bu bölgede yaşayan kitlelerin yeni dînini teşkil etti. Maalesef, bu hızlı dönüşüm sırasında İslâm medeniyetine dâhil olan kitleler, yeterince eğitilemedi. Kur’ân ve Rasûlullâh’ın mesajları, etraflıca ve gerçek mahiyetiyle, daha çok şehir merkezlerinde yaşayan sınırlı sayıda insana ulaştırılabildi. Kısacası, kitabî kaynaklara uyumlu Müslümanlık anlayışı, büyük şehirlere yerleşmiş bazı ulemâ tarafından öğretilmekte ve savunulabilmekteydi. Küçük yerleşim merkezleri, köy ve mezralar; sözlü kültürün ve mahallî etkilerin tesiri altındaydı. Taşra insanları, kıssacı ve hurâfe öğelerinden ayıklanmamış bir dînî anlayışa terk edilmişti. Bu durum küçük değişikliklerle asırlarca sürdü. Şerif MARDİN’in tanımladığı, kendine mahsus mahallî kültür dinamiklerinden beslenen «Halk İslâmı» ortaya çıktı. Bugün de şehir ve taşra müslümanlığı farkı, İslâm dünyasının çok önemli bir problemini teşkil etmektedir.

Selçuklular döneminde; devletine itaatkâr, hükümdarına bağlı bir anlayışı yerleştirmek amacıyla açılan «Nizamiye Medreseleri», fen bilimleri ile dînî bilimleri birleştiren bir müfredâta sahipti. Gazâlî’nin, Orta Çağ’ın bu muazzam üniversitelerinin öğrenim programları ve uygulamalarına, görüş ve düşünceleriyle doğrudan katkısı vardı. Yaygın ve kaliteli eğitim kurumları olarak; başta Semerkant, Rey ve Bağdat gibi büyük yerleşim birimlerinde önemli vazifeler gördü. Sünnî-İslâm geleneğine bağlı, uyumlu insan yetiştiren bu müessese; eğitim ve öğretim açısından daha sonraki İslâm devletlerine model teşkil etti. Devletle barışık, mutî insan yetiştirme hedefi büyük ölçüde gerçekleştirildi.

Başarılı ve örnek eğitim kurumu olma özelliğini, Osmanlı Devleti’nde de sürdüren medreseler; yine de şehirli, zeki ve seçkin az sayıda insana hitap etmekteydi. Tüm imparatorluk topraklarında hizmet veren bir eğitim kurumu hâline getirilemedi. Örnek olarak Arnavutluk verilebilir. İslâm dînini çok yüce duygularla kabul eden Arnavutlara; onları mânevî nüfuz altına alacak yeterli medreseler açılamamış ve o bölgenin insanları Bektaşî babalarına terk edilmişti.2

Medrese, halkın genelini eğitemeyeceğini düşünerek; 32 farz, 54 farz ve basit ilmihâl bilgileriyle yetineceği bir program yürütmekteydi. Öte yandan başlangıçta medreseler; yürüyen hayata yönelik bilgi birikimiyle, araştırma ve düşünme faaliyetlerinin muhkem merkezleriydi. Nitekim Dâvûd-i Kayserî’nin İznik’te oluşturduğu ilk Osmanlı medresesinden Fatih’in kurduğu Sahn-ı Seman medreseleri ve Osmanlı medrese geleneğinin zirvesi kabul edilen Süleymaniye Medreseleri; bilimi, akîdeyi, ahlâkı, teori ve pratiği birleştiren bir anlayışla öğrencileri donatıyor, bilgi üretme merkezleri olarak faaliyet gösteriyordu.

Kâtip Çelebi; “Ulu Osmanlı Devleti’nin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek, hikmet ile şerîat ilimlerini birleştiren gerçek âlimler meşhurdu. Ebu’l-feth Sultan Mehmed Han «Semâniye Medreseleri»ni yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye, vakfiyesinde yazmış ve Hâşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler; bu dersler felsefiyattır diye kaldırup Hidâye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı ne Hidâye kaldı, ne Ekmel! Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip, bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu.”3

Ayrıca Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn’da Osmanlı medreselerinde ilm-i hikmet ve felsefenin 16. asrın sonlarına kadar okutulduğunu ve buna dair; Molla Fenârî’nin, Kadızâde-i Rûmî’nin, Hocazâde’nin, Ali Kuşçu’nun, Müeyyedzâde Abdurrahman’ın, Mîrim Çelebi’nin, İbn-i Kemal’in ve Kınalızâde Ali Efendi’nin eserleri bulunduğunu kaydetmektedir. Bazı şeyhülislâmların; dînî akîdelere ters düştüğünü iddia ederek felsefe eğitimini yasakladıklarını, bunun da Osmanlı medreselerinin fikrî bakımdan gerilemesine sebep olduğunu yazmaktadır.4

Kuruluş dönemine bakıldığı zaman, medreselerde çoğulcu bir yapının mevcut olduğu görülmektedir. Bu dönemde aklî ve dînî ilimler ve tasavvufî bilgiler bir arada mütalâa edilmekteydi. Nitekim medreselerin Dâvûd-i Kayserî gibi, tasavvuf ile aklî ve dînî ilimleri şahsında toplamış bir müderris ile başlaması; Kadızâde Rûmî gibi aklî ilimlerde, Hacı Paşa gibi tıpta ve Molla Fenârî gibi, dînî ilimlerde zirve olmuş öğrenciler yetiştirmesi, bu eklektik yapıyı açıkça göstermektedir.5

Fransız Hükûmeti’nin İstanbul’daki elçiliğinin isteği üzerine, 1741’de adı bilinmeyen birisi tarafından kaleme alınmış olan, Kevâkib-i Seb‘a: Yedi Yıldız adlı eserin; medreselerde okutulan dersler, kitaplar ve müderrisler hakkında istenilen ölçüde bilgi verdiği, yani öğretim programını tam olarak sunduğu bilinmektedir. Kevâkib-i Seb‘a’da bilimler; faydalı bilimler, ne faydası ne zararı olan bilimler ve zararlı bilimler olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Akāid, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı, mantık, matematik, astronomi, anatomi ve tıp faydalı bilimler içerisinde sayılırken; şiir ve edebiyat ne faydalı ne de zararlı bilimlerden addedilmekte; felsefe, sihir ve astrolojiyle birlikte zararlı bilimler arasında gösterilmektedir.6

17. asırdan itibaren medreseler düşüşe geçti. Ve yürüyen hayata müdahaleden uzak, kuru bilgilerin verilmeye çalışıldığı, kısır mezhebî tartışmaların yapıldığı yerler hâline geldi. Ulemânın makam ve mansıp sahibi olmak için yöneticilere yaklaşması, bilgi ve ehliyet yerine makam ve mansıbın rüşvetle dağıtılıyor olması; Koçi Bey’in meşhur risâlesinde açık açık eleştirdiği Medrese yapısının çöküşünü hızlandırdı.

Ayrıca 16. yüzyıldan itibaren Medreselerin çok sayıda öğrenciyle şişirilmesi, hizmet alamayan ve temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yeni «serseri bir gürûh»un ortaya çıkmasına yol açtı. Uzun süren ve başarısızlıkla sonuçlanan savaşlar, birçok kişinin medreselere sığınarak tufeylî bir hayatı benimsemesine yol açtı. Çünkü Medreseliler ilmiye sınıfından sayılıyor ve askerlik yapmıyordu. Bilhassa 17. asırdan itibaren devlet ricâlinin devleti güçlendirme ve kötü gidişi önleme adına yaptıkları tüm girişimler; Medrese ulemâsı ve Yeniçeri ağalarının işbirliğiyle önlenmekteydi. Bu durum Osmanlı Devleti’ni; yönetilemez, sınırlarını koruyamaz, birlik ve beraberliğini sürdüremez hâle getirdi.

Tanzimat döneminde de Medrese kendisini yenileme ve dünyanın bilim ile ilgili gelişmelerini anlama yönünde ciddî hiçbir adım atamadı. Ve nihayet hayatın ihtiyaçlarına cevap veremeyen, insanları donanımlı kılamayan, din adamı olmak da dâhil hiçbir meslek sahibi yapamayan garip bir kurum hâline geldi. Doğrusu devlet erkânı da, bu müesseseyi ıslah etmekte çok gecikti. Ancak 1910 yıllarında yürürlüğe sokulabilen medrese ıslahı, devletin yıkılışını önleyemedi. Medrese ıslahının etkisi ve kültürel birikimi, Cumhuriyet döneminde öksüz ve mahzun bir müessese olarak varlığını 1950’lerden sonra hissettiren İmam-Hatip Okullarına yansıdı. Modern dünyanın imkânlarıyla İslâmî değerleri birleştiren çizgisine kaynak teşkil etti.

18. asırda artan askerî yenilgilere çare için Osmanlılara gelen askerî uzmanlar, öncelikle askerî yenileşmeyi tavsiye ettiler. Medreseliler, üst üste yaşanan mağlûbiyetlerden dolayı bu alandaki yenileşme faaliyetlerine engel olamadılar. 1734 yılında kısa ömürlü bir askerî teknik okul «Hendesehâne» açıldı. 1773 yılında ise, Çeşme deniz bozgununun tesiriyle ihtiyaç duyulan modern donanma için mühendis yetiştirmek amacıyla askerî deniz okulu «Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun» açıldı. Yenilikler askerî alanda III. Selim ve II. Mahmud döneminde de devam etti. 1796 yılında kara topçu ve istihkâm subayları ve askerî mühendisler yetiştirmek amacıyla «Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun» kuruldu.

Batı formatında yeni bir ordu kurulması arayışına girişildi. Yeniçeri ortalarından Nizâm-ı Cedid isimli yeni bir ordu oluşturuldu. Medresenin desteğindeki Yeniçeri isyanları; bu önemli girişimi akîm bıraktığı gibi, isyanın ardından yenilikçi padişah III. Selim de fecî bir şekilde öldürüldü. Nihayet II. Mahmud son derece tehlikeli bir girişimin ardından her türlü yenileşmenin ve değişimin engeli kabul edilen Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmaya muvaffak oldu. On bine yakın yeniçerinin ortadan kaldırılması, kayıtlara Vakā-yı Hayriyye (Hayırlı Olay) şeklinde geçti. Bu ordunun ortadan kalkmasıyla yerine, batı tarzında bir kurum olarak Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye kuruldu. Böylece Medrese, çok önemli bir destekçisini kaybetti.

Askerî eğitimdeki bu gelişmelerle birlikte Fransızca ve İngilizce, eğitim programlarına girdi. II. Mahmud döneminde, 1824 yılında, ilköğretim zorunlu hâle getirildi. Osmanlı ordusuna nitelikli Müslüman hekim yetiştirmek amacıyla Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Kahire’de kurduğu modern tıp fakültesinin ardından İstanbul’da II. Mahmud tarafından Mekteb-i Tıbbiyye açıldı. Batı ile diplomatik ilişkilerin artması sebebiyle Avrupa’ya öğrenci gönderildi. (1830) Mekteb-i Harbiye’nin 1834 yılında kurulmasıyla II. Mahmud, askerî teknik yönden nitelikli subay yetiştirmeyi hedeflemişti. Bu dönemde Paris, Londra, Viyana gibi büyük devletlerin başkentlerinde yöneticiler, örgün eğitimi oturtmuş olmanın, toplumlarının ihtiyaçlarını giderecek insan gücüne ulaşmanın, tarım dâhil bütün sektörlerde başarılı organizasyonlar yapmış olmanın avantajını yaşamaktaydı.

Dipnotlar:

  1. İhsan Burak BİRECİKLİ, Batı’nın Yükselişi, s. 12.
  2. Doç. Dr. İlyas ÇELEBİ, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, c. 5, s. 173.
  3. Kâtip Çelebi, Mîzan, s. 20-21.
  4. Ülker ÖKTEM, Osmanlı Medreselerinde Felsefe, s. 277. Dergiler. Ank.edu.tr.19/1272/14652
  5. Doç. Dr. İlyas ÇELEBİ, a.g.e., s. 173.
  6. Ülker ÖKTEM, a.g.e., s. 280.

Kaynak: Ahmet Meral, Yüzakı Dergisi, Temmuz 2014