Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile Yaygın Eğitim ve Nesil Endişesi Üzerine Mülâkat

Aile Hayatımız

Altınoluk dergisinin 2021 Haziran sayısında yayınlanan, Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile "Yaygın Eğitim ve Nesil Endişesi" üzerine gerçekleştirilen mülakatı istifadenize sunuyoruz.

Altınoluk dergisinin 424. sayısında yayınlanan makaleyi sizler için derledik. İşte Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile "Yaygın Eğitim ve Nesil Endişesi" üzerine gerçekleştirilen mülakatın tam metni...

YAYGIN EĞİTİM VE NESİL ENDİŞESİ ÜZERİNE  MÜLÂKAT

  • Âdem Ergül:

Muhterem efendim, öncelikle istirhâmımızı kabul buyurduğunuz için teşekkür ediyoruz. Gençliğe dair, neslimize dair, zât-ı âlinizin îkazlarını, hatırlatmalarını, tavsiyelerini biliyoruz. Bir memleketin geleceğinin iyi yetişmiş bir nesle bağlı olduğunu ifade buyuruyorsunuz. Nesli yetiştirme ve geliştirme anlamında Efendim, bütün peygamberlerin derdi olmuş.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Ashab-ı Suffe’de, daha önce Dâru’l-Erkam’da, böyle bir nesli inşâ etme adına faaliyetlerini biliyoruz. Bugün bizler de Rasûl-i Zîşân Efendimiz’in bu sünnetini ihyâ etme adına, yaygın eğitim dediğimiz bir eğitim faaliyeti yürütmeye çalışıyoruz.

Sizin bu eğitim faaliyetlerinin önemi, ehemmiyeti ve nasıl yapılması gerektiğine dair bize tavsiyeleriniz, irşatlarınız neler olur? Bunları sizden dinlemek istiyoruz.

  • Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i üsve-i hasene, örnek şahsiyet olarak gönderdi. İnsanoğlunun fıtratını halkeden, Cenâb-ı Hak. Yine İslâm’ı da fıtrata en uygun bir hayat nizâmı olarak tayin ve takdir eden de Cenâb-ı Hak. İnsan, fıtratına uygun olan bu nizâm ile istikâmetlenecek, mükerrem olacak, muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek. Fıtrat dîni olan İslâm’ın âdeta ete-kemiğe bürünmüş fiilî bir misâli olmak üzere de Cenâb-ı Hak, cihâna rehber ve örnek şahsiyet olarak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i lûtfetmiştir.

Âyet-i kerîmede:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80) buyruluyor.

Peygamber Efendimiz; Ensâr’ı çok severdi, Muhacirleri de çok severdi. Lâkin en çok “Ashâb-ı Suffe” talebeleriyle meşgul olurdu. Onları yetiştirir, bütün dünyaya tebliğ için gönderirdi.

Hattâ Ebû Talha -radıyallâhu anh- bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayakta durmuş, Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. O Rasuller Sultânı, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Bu eğitim, öyle bir vecd ve istiğrak içinde gerçekleşiyordu ki, İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, içinde bulundukları hâli şöyle naklediyor:

“Biz, yenilen lokmaların tesbîhini duyar hâle gelmiştik.” (Buhârî, Menâkıb, 25)

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- da;

“Herkes hurma bahçelerinde hurma devşirirken, biz Allah Rasûlü’nün huzûrunda yarı aç yarı tok olarak ilim tahsil ediyorduk.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, İlim, 42)

Ashâb-ı Suffe, tebliğ ve irşad insanlarıydı. Gittikleri her yerde İslâm’ı temsil ve tebliğ ediyorlardı. Bir müslümanın tebliğ insanı olabilmesi için, evvelâ kendini ihyâ etmesi, yani şahsî tekâmülünü ikmâl etmesi zarûrî. Çünkü boş bardakla ikram olmaz.

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- yanındakilere:

“–Konuşmadan da, halkın davetçileri olun!” buyuruyor.

“–Yâ Halife! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?” diye soruyorlar.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…” buyuruyor.

Nitekim Balkanlar fethedildikten sonra oraya iskân edilen Anadolu’nun temiz ailelerinin hâline hayran kalan bölge halkı, kısa süre içinde müslüman olmuşlardır.

Demek ki, insandan bir enerji çıkıyor. Nasıl bir atom infilâk ettiği zaman, etrafına gözle görülmeyen, fakat neticeleri müşâhede edilen bir radyasyon yayıyor; insanın da yüreğinden çıkan bir enerji var. Bunun müsbet olanına “feyz” diyoruz, “rûhâniyet” diyoruz; menfî olanına da “gaflet” diyoruz, “kasvet” diyoruz.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, öyle bir tebliğ hâlindeydi ki, ashâb, O’nun sohbetinde büründükleri huzur ve edep hâlini:

“–Sanki başımızın üzerinde bir kuş var da kıpırdasak uçuverecek zannederdik.” şeklinde ifade ediyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 23-24)

Demek ki, insanın başta iç dünyasının hazırlanması lâzım. Neye hazırlanacak?

–Kur’ân-ı Kerîm’e hazırlanacak, Kur’ân’ın emirlerine hazırlanacak.

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkına hazırlanacak, O’nun hâliyle hâllenmeye, Sünnet’i üzere yaşamaya hazırlanacak.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbını sohbetiyle yetiştirdi. Ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in mübârek ağzından sâdır olan hadîs-i şerîflerin yanında, O’nun gönül dokusundan da hisseler alarak kemâle erdi. Zira muhabbet, gönüller arasındaki bir cereyan hattı gibidir. Esâsen, sohbetlerin gâyesi de budur. Bir hâl transferidir sohbetler. Yoksa insan, evinde de kitap okur. Fakat sohbette alacağı feyzi, rûhâniyeti alamaz. Yani sohbette, kalpler arasında in’ikâs eden bir enerji vardır. Maksat, o enerjiden müstefîd olabilmektir.

Bir insanın kendisini ihyâ edebilmesi için evvelâ tezkiye şart. Âyet-i kerîmelerde:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

“Onu (nefsini) temizleyen (günahlardan arındıran) muhakkak kurtulmuştur!” (eş-Şems, 9)

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

“Temizlenen kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir.” (el-A’lâ, 14) buyruluyor.

Bu tezkiye neticesinde nefsânî arzular bertaraf edilecek, rûhânî istîdatlar inkişâf edecek. Böylece bir “takvâ” meydana gelecek.

Takvâ nedir?

Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, insanın dâimâ ilâhî kameranın altında olduğunun idrâk ve şuuruna ermesi. Zira;

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ

“…Nerede olsanız, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) buyruluyor.

Böylece faziletli bir müslüman, mükerrem bir insan ve irfan sahibi bir mü’min meydana gelecek. Bu insanın tebliği, tabi bambaşka olur. İfadesi ile beraber, kalbi de devreye giriyor. Bir noktada şöyle diyebiliriz:

Hem dilinden hem kalbinden bir enerji meydana geliyor.

Tabi, bu muhabbetle olur. Bu muhabbet neticesinde kalbî alışveriş güçlenir. Yani ilk olarak bir mü’min kendini inkişâf ettirecek; ikinci olarak da kendini devrin akışından mes’ûl görecek.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, en çok Ashâb-ı Suffe ile meşgul olurdu. Onları insan olan her yere gönderirdi. Öyle bir feyz ve rûhâniyet olurdu ki, onlar, verilen her vazifeye severek giderlerdi. Çin’e giderken, Semerkand’a giderken, Afrika’ya girerken kalplerinde dâimâ Allah ve Rasûlullah muhabbeti vardı. Bütün endişeleri:

“Acaba Allah benden râzı mı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benden memnun mu? Ben Efendimiz’le kıyamet günü beraber olabilecek miyim?..” şeklindeydi.

Zira;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyruluyor. (Buhârî, Edeb, 96)

Sevginin kantarı ise, sevilen uğrunda yapılan fedakârlıklardır. Ashâb-ı kirâmın gönüllerinde hep bu endişe vardı. Onun için, bu onlara bir enerji verirdi. Yorulmazlardı, bıkkınlık gelmezdi, üşenmezlerdi. Seve seve gidip tebliğ ederlerdi.

Zaten rivâyete göre Vedâ Haccı’nda 120.000 sahâbe vardı. 30.000 de gelemeyen varsa 150.000 sahâbe var. Fakat Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere’de medfun 20.000 sahâbe ya var, ya yok.

Demek ki, her biri evini bırakmış, hurma bahçesini bırakmış, maddî olan hazlardan vazgeçmiş, mânevî hazlara talip olmuşlar. Bu şekilde kendilerini devrin akışından mes’ûl görmüşler. Bizim de vazifemiz budur.

Çin’e, Semerkand’a gitmek bir tarafa; bugün evvelâ kendi memleketimizde bu ihyâ hareketinde bulunmamız gerekiyor. Çünkü Necip Fâzıl’ın dediği gibi; “Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.”

Kire çok fazla mânî olamasak bile, hiç yoksa nur kirlenmesin. Evlâtlarımızın temiz yürekleri, kirli fikir ve düşüncelerle zehirlenmesin.

Şu hakikati de ifade etmek isterim:

Evlâtlarına dînî, millî duyguların tahsîlini veremeyen milletlerin istikbâli hazindir.

Milletlerin istikbâli hakkında önceden fikir sahibi olmak, kerâmet veya kehânet değildir. Bunun için o milletin gençlerinin enerjilerini nerelerde tükettiğine bakmak kâfîdir.

Çünkü her devrin gençliği; enerjisini, aldığı terbiye istikâmetinde harcar, öyle bir hayat tarzını tercih eder.

Gençliğin hayat tarzı ise, o milletin istikbâlini gösteren bir ayna gibidir.

Dolayısıyla, eğer bir millette gençler güçlerini hayır, mâneviyat ve fazîlet yolunda hizmet ve gayrete sarf ediyorsa o millet istikbâl vaad ediyor demektir.

Bunun aksine, bir milletin gençleri, güç ve kâbiliyetlerini nefsâniyetin hoyratlığı içinde zâyî ediyorsa, onların mensup oldukları milletin âkıbeti, hüsrandan başka bir şey olamaz.

Muhterem pederimiz Mûsâ Efendi de şöyle buyururlardı:

“Din, vatan, bayrak ve milletin korunması, ancak fedakâr bir gençliğin yetişmesine bağlıdır.”

  • Abdurrahman Topbaş:

Efendim, yaygın eğitimle uğraşan kardeşlerimiz, âdeta Ashâb-ı Suffe’nin bugünkü temsilcileri olabilme iştiyâkıyla gayret gösteriyorlar. Ancak öğrencilerimizde çok hızlı bir algı değişimi söz konusu. Hızla gelişen teknolojinin getirdiği birtakım menfîlikler de oluyor. Bugünün gençlerine sizce nasıl ulaşmalıyız? Gençlerin dilini nasıl yakalamalıyız?

Bu soruyu biz kendi toplumumuz için soruyoruz ancak, bütün herkes bu soruyu soruyor. Tüccarlar soruyor, siyasetçiler soruyor…

Yeni nesil ile nasıl muhatap olmalıyız?

  • Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Buradaki mühim nokta, gençlerin dilini yakalamak. Eğitimcinin, muhataplarını çok iyi tanıması gerekiyor. Onların yüreğine dokunacak noktalar yakalaması şart. Onların yüreğine girecek bir damar bulması lâzım. Eğer enjeksiyon o damara yapılamazsa, orada apse oluşur, fayda yerine zarar verir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, muhataplarına dâimâ Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiği üslûb ile hitâb ederdi.

Rabbimiz âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor:

قَوْلًا كَرِيماً (kavlen kerîmâ)[1] yani ikramkâr ve iltifatkâr söz söyle!

قَوْلًا مَيْسُوراً (kavlen meysûrâ)[2] yani gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle!

قَوْلًا مَعْرُوفاً (kavlen ma’rûfâ)[3] yani güzel söz ve tatlı dille konuş! Yerinde ve uygun bir söz söyle!

قَوْلًا لَيِّناً (kavlen leyyinâ)[4] yani yumuşak söz söyle!

Meselâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendi çocuklarıyla yahut gelen çocuklarla şakalaşırdı. Çocuklarla karşılaştığında selâm verirdi. Onların yüreğine giden bir damar bulurdu Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. Hattâ onlar da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile şakalaşırlardı.

“–Bize bir şey vermedikçe Sen’i bırakmayız yâ Rasûlâllah!” derlerdi. Efendimiz de evde ne varsa, ceviz vs. getirtip verirlerdi. Yani terbiyede evvelâ iletişim kurabilmek, muhatabının alâkasını celbedebilmek, onun rûhuna ulaşan bir damar bulabilmek çok mühim.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye teşrif buyurduklarında, bir rivâyette üvey babası, diğer bir rivâyette annesi Enes -radıyallâhu anh-’ın elinden tutarak Efendimiz’in huzûruna geldi.

“–Yâ Rasûlâllah! Enes size hizmet etse, münasip görür müsünüz?” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz 53 yaşında, Enes -radıyallâhu anh- 10 yaşında. Tasavvur ediniz. 53 yaşındaki bir peygambere, cihana İslâm’ı tebliğ edecek bir peygambere, 10 yaşındaki bir çocuk nasıl hizmet eder?

Burada şu hikmet var tabi: Bir evlât nasıl yetiştirilecek, böylece bizlere tâlim edilmiş oluyor.

Enes -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“…Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün beni bir yere göndermek istedi. Ben: «Vallâhi gitmem.» dedim. Hâlbuki içimden gitmeye karar vermiştim. Çünkü emri veren Allâh’ın Nebîsi idi. Yola çıktım, sokakta oynayan çocukların yanlarına vardım (ve orada oyalandım). Derken Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- arkamdan gelerek ensemden tuttu. Dönüp baktığımda gülümsüyordu.

«–Enescik! Söylediğim yere gittin mi?» diye sordu.

«–Hemen gidiyorum yâ Rasûlâllah!» dedim.” (Müslim, Fedâil, 54)

Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o yaştaki bir çocuğa vazife veriyor ve sonra mes’ûliyetini yerine getirip getirmediğini kontrol ediyor.

Bir gün Enes -radıyallâhu anh- evine geç döndü. Annesi:

“–Niye geciktin?” dedi.

Enes -radıyallâhu anh-:

“–Allah Rasûlü beni bir iş için göndermişti.” dedi.

Annesi tekrar:

“–O iş neydi?” dedi, merakla.

Enes’in verdiği cevap ise çok mânidar:

“–Rasûlullâh’ın sırrıdır.” (Bkz. Ahmed, III, 195)

Demek ki Efendimiz öyle bir terbiye veriyor ki, bir çocuğa sır emanet edebiliyor…

Enes -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Efendimiz’e Medîne’de on sene hizmet ettim. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Her yaptığım iş, Efendimiz’in arzu buyurduğu gibi değildi. Buna rağmen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana, yaptığım hiçbir iş için «üf» bile demedi, «Bunu niçin yaptın, şunu niçin yapmadın?!» diye azarlamadı.” (Ahmed, III, 222. Krş. Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82)

Yani beni tatlı tatlı ikaz etti diyor Enes -radıyallâhu anh-. Yeri geldi benimle sırrını paylaştı, bana değer verdi, diyor.

Bu çok mühim. Demek ki muhatabı iyi tanımak, ona değer vermek, onun kalbine girebilecek bir damar bulabilmek, yani gönlünü kazanabilmek.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir çocukla nasıl konuşulacağını bildiği gibi genç bir delikanlıyla da nasıl konuşulacağını çok iyi bilir, herkesin idrâk seviyesine, anlayış derecesine göre hitâb ederdi.

Meselâ bir gün bir genç geldi, Allah Rasûlü’ne.

“–Tamam ben müslüman oldum, yalnız bana zinâ etmeye müsaade et!” dedi.

Sahâbe kızdı. Neredeyse o kişiyi kovacaklardı. Allah Rasûlü;

“–Bırakın gelsin.” dedi. “Otur evlâdım.” dedi, yanına oturttu.

“–Senin annen zinâ etse hoşuna gider mi?” diye sordu Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.

O kişi:

“–Kurban olayım yâ Rasûlâllah, aslâ!” dedi.

“–Peki, kız kardeşin yapsa hoşuna gider mi?” dedi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tekrar.

“–Asla!” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle saymaya devam etti. En son o genç:

“–Yâ Rasûlâllah! Kurban olayım, ben vazgeçtim!” dedi. (Bkz. Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129)

Yine meselâ, yeni müslüman olan bir bedevî geldi Efendimiz’i ziyarete. Mescid-i Nebevî’nin bir köşesinde namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırıp duâ etmeye başladı:

“–Yâ Rabbi! Bana ve Muhammed’e merhamet et. İkimizden başka kimseye merhamet etme!..” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bedevînin bu garip duâsına tebessüm etti. Sonra ona:

“–Allâh’ın geniş rahmetini çok daralttın!..” buyurdu.

Bu bedevî, Efendimiz’in yanında biraz oturdu. Sonra küçük abdesti gelince Mescid’in bir köşesine giderek abdest bozmaya başladı. Sahâbîler telâşa kapıldı. Kimi oturduğu yerden:

“–Yapma, etme!” diye bağırdı. Kimi öfkeye kapılıp bedevînin üzerine yürüdü.

Efendimiz ise duruma hemen müdâhale etti:

“–Bırakın, adam işini bitirsin!..” buyurdu.

Sonra, bedevînin küçük abdestini yaptığı yere büyük bir kovayla su dökmelerini söyledi. Sonra da:

“–Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil!..” buyurarak ashâb-ı kirâmı yatıştırdı.

Efendimiz, sonra bedevîyi yanına çağırdı. Ona mescide abdest bozmanın, orayı kirletmenin doğru olmayacağını, bu mübarek yerlerin Allâh’ı zikretmek, namaz kılmak ve Kur’ân okumak için yapıldığını anlattı. (Bkz. Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80; Müslim, Tahâret, 98-100; Ebû Dâvûd, Tahâret, 136)

Yani rûha nasıl girileceğinin, gönüllerin nasıl fethedileceğinin misalleri çok; saymakla bitiremeyiz.

Meselâ Mekke Fethi, tam kısas yapılacak zamandı. 20 senelik zulmün intikâmını alma zamanıydı. Müşrikler korku içinde titreyerek Efendimiz’e geldiler:

“–Ne var bizim için?” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Af var.” buyurdu.

“–Sen ne muhteşem bir insansın!” dediler Efendimiz’e. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Uhud Harbi’nde amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsla dişleyen Hind’i bile, îmânı mukâbilinde Mekke Fethi’nde affetti.

Hind, bey’at etmek isteyen diğer kadınlarla birlikte Efendimiz’in huzûruna geldi. Tanınmamak için yüzünü peçelemişti. Kılık-kıyâfetini değiştirmişti. Öldürülmekten çok korkuyordu. Diğer kadınlar konuşmayınca Hind:

“–Yâ Rasûlâllah! Allâh’a hamd olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dînini üstün kıldı. Muhakkak ki, Sen’in rahmetin bana da dokunacaktır! Ey Muhammed! Ben şimdi Allâh’a inanmış ve O’nu tasdik etmiş bir kadınım!” dedi. Sonra yüzünden peçeyi açıp:

“–Ben Hind bint-i Utbe’yim! Allah geçmiş günahları affeder. Sen beni bağışla ki, Allah da Sen’i bağışlasın!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tebessüm etti, Hind’i yanına çağırdı ve:

“–Demek sen Hind bint-i Utbe’sin?!” buyurdu. Hind:

“–Evet!” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Merhabâ, hoş geldin!” buyurdu.

Hind:

“–Vallâhi yâ Rasûlâllah! Dün, yeryüzünde Sen’in hâne halkın ve taraftarların kadar zillete ve hakârete uğramasını istediğim başka bir kimse yoktu! Bugün sabaha çıktığımda ise, Sen’in hâne halkın ve taraftarların kadar izzet ve şerefe nâil olmasını istediğim başka biri yok!” dedi. (Bkz. Vâkıdî, II, 850; Taberî, XXVIII, 99; Zemahşerî, VI, 107; Diyarbekrî, II, 89)

Yine meselâ Hebbâr bin Esved, hamile olan Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’ya mızrak atarak devenin üzerinden düşürmüştü. Zeyneb -radıyallâhu anhâ- çocuğunu kaybetti, bir süre sonra da bu sebeple vefat etti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok hüzünlendi, bu sebeple yüreği sızladı. Fakat İbn-i Esved kelime-i şehâdet getirdikten sonra; “Niye kızıma böyle yaptın!?” diye sormadı. Hidâyetle şereflenmesinden dolayı mes’ûd oldu.

Velhâsıl her sahâbînin rûhuna girecek bir damar buluyordu Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. Bu çok mühim.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın bir ifadesi var idareciler için:

“Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol.”

Yani sertliğin aşırısı kin doğurur. Hoşgörünün aşırısı ise otoriteyi zayıflatır. Demek ki başarı, bu dengeyi bulabilmekte. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tebliğ hayatına baktığımızda dâimâ bu denge var. İnsana göre hitap var. Fakat taviz yok!

Meselâ bir bedevî geldi. Îman etmek istediğini söyledi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ona îmânın şartlarını saydı. O kimse, kendisinin cihaddan, yani Allah yolunda gayretten ve sadakadan muaf tutulmasını istedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ona:

“–Cihad yok, sadaka yok, peki o hâlde nasıl Cennet’e gireceksin?!” dedi.

Bunun üzerine o kimse:

“–Yâ Rasûlâllah! Bey’at ediyorum.” dedi ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey’at etti. (Ahmed, V, 224)

Yani Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yerine göre, muhâtabına göre hitâb ederdi.

Demek ki, tebliğde bulunacak kimsenin de bir gönül birikimine sahip olması, ilim ve irfan bakımından belli bir seviyeye ulaşmış olması lâzım.

  • Âdem Ergül:

Efendim, buyurduğunuz gibi gençlerin kalbine, rûhuna gidecek damarı bulabilmek için bir firâset, bir basîret, kalplerin âdeta bir röntgen hâline gelmesi gerekiyor. Bizde de bugün yaygın eğitimle ilgilenen rehberlerimiz olsun, öğretmenlerimiz olsun, zaman zaman heyecan düşmesi oluyor, pörsüme oluyor, geri çekilme oluyor, zaman zaman atâlete düşüyor, ümitsizliğe kapılıyor insan. Yeniden heyecan bulmak, yeniden bu işlere, hizmete zevkimizin, şevkimizin, iştiyâkımızın artması adına tevessül edebileceğimiz birtakım vesîleler, neler olabilir?

  • Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Efendim, evvelâ şunu ifade edeyim:

Bugün âdeta bir kurtlar vadisinin içerisindeyiz. Dünya bir kurtlar sofrasına döndü. Küresel güçler, talan etmek istedikleri birçok ülkeyi âdeta birer matem ülkesi hâline getirdiler. Çünkü küresel güçlerde liberalizmin, kapitalizmin getirdiği bir vicdan yoksunluğu var. Onlar için yalnızca menfaat var. “Bırakınız geçsin, bırakınız yapsın, altta kalanın canı çıksın!” parolasına sahipler.

Onların uhrevî bir endişesi de yok. Hattâ âhireti de inkâr var. Deizm var, ateizm var, materyalizm var… Dünyanın kulu-kölesi, nefsinin esiri olmayı hürriyet zannediyor:

“–Diğer mahlûkat nasıl istediği gibi yaşıyorsa, ben de aynı onlar gibi yaşayabilmeliyim, canım nasıl isterse öyle hareket edebilmeliyim.” diyor.

Televizyonun menfî programları, internetin yanlış adresleri, nefisleri tahrik ediyor, ruhlara zehir saçıyor. O şekilde programlar yapıyorlar. Ayrıca modalar var. Gençlerin saçları ve kıyafetleri modaya göre şekilleniyor. Kendini göstermek için markalara özentiler var.

Velhasıl bunlar, toplumdaki gençleri aşağılık duygusuna götürüyor. Bu çok kötü bir şey. Gençleri bu aşağılık duygusundan kurtarmak, bâtıldakilere özenmenin yanlışlığını kavratmak, bugünün mühim bir meselesi.

Âyet-i kerîmede kimlerin yoluna uymamız gerektiği haber veriliyor:

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

(Bizleri) kendilerine lûtuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna (ilet)…” (el-Fâtiha, 7) buyruluyor.

Kendilerine lûtuflarda bulunulanlar kimler?

Bunu Rabbimiz diğer bir âyette şöyle îzah buyuruyor:

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine lûtuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir…” (en-Nisâ, 69)

Yani peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihler. Onlardan olmaya, onların yoluna uymaya gayret edeceğiz.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّاۤلّ۪ينَ

“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” (el-Fâtiha, 7)

Sapıklardan, dalâlete düşenlerden olmayacağız.

مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” buyruluyor. (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Demek ki burada korunmak lâzım.

Ne korunacak?

Kalpler korunacak.

Kalpler nasıl korunacak?

كُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ

“…Sâdıklarla beraber olun!..” (et-Tevbe, 119) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Sâlih ve sâdık mü’minlerden oluşan güzel bir çevre olacak, o çevrenin içinden çıkılmayacak. Zira o çevrenin dışına çıkıldığı zaman, kurtlar vadisine düşülmüş olunuyor.

Bu ne zaman başlayacak?

Daha çocuk yaşta başlayacak, ufak yaşta başlayacak. Zira ağaç yaşken eğilir.

Bu hususta evvelâ anne-babanın dirâyeti lâzım. Ardından toplumdaki müesseselerin gücü lâzım. Bunun için, fedakâr insan yetişecek. Yani fedakâr insanın varsa varsın, yoksa yoksun.

Bir savaşta bile bu böyledir. Çanakkale’yi ele alalım. Gerçek şehidler verildi, ardından galibiyet geldi.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den medet umarız.” (el-Fâtiha, 5) âyeti tahakkuk etti.

Fakat bir harpte iç dünyası bomboş molozlar ölüyorsa arkadan felaket gelir, hüsran gelir, geriye bir enkaz kalır.

Bugün en mühim şey, gençlerin mânevî dünyasını zenginleştirebilmek. Maddeten ve mânen yüksek keyfiyetli bir insan yetiştirebilmek.

Bir mütefekkirin çok ibretli bir sözü vardır:

“Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki tek fark, terazinin bir kefesini diğerinden ağır getiren bir gram gibidir. İyi yetişmiş bir avuç insanın varsa gâlip milletsin, yoksa mahkûm…”

Peygamberlerin bıraktığı miras da, insan mirasıdır. Mal-mülk mirası değildir. Kişinin mal-mülk mirası olsa bile; şayet vârislerin içi boş ise, onu zaten hevâ ve heveslerine harcayacaklar. O mirası bırakan kişi de o malın-mülkün âhirette hesabını verecek…

Abdurrahman Topbaş:

Efendim, yaygın eğitim hizmetinde bulunan bazı kardeşlerimizde zaman zaman birtakım sıkıntılar zuhur edebiliyor, şevk kırılması yaşanabiliyor. Bizim en çok zorlandığımız nokta bu. Yoruluyorlar.

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Sahâbe efendilerimiz yorulmuyor ama. Hesâb edin: Medîne’nin hurma bahçelerinden kalkıyor, o günün şartlarında tâ Çin’e kadar gidiyor, Semerkand’a gidiyor, Azerbaycan’a gidiyor, Dağıstan’a gidiyor, Kayrevan’a gidiyor, yamyamların içine giriyor.

Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri seksen küsur yaşında İstanbul’a iki defa geliyor. Bu enerjiye ihtiyaç var. Bu enerjiyi bulabilmek için “takvâ” şart. Takvâ heyecan verecek, şevk verecek.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Allah’tan ittikā edin, Allah size (ihtiyacınız olan şeyleri) öğretir…” (el-Bakara, 282)

Takvâ olmadan olmaz.

Bir defa bakın, düşünün: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz takvâ üzere ashâbı yetiştiriyor. Tâ kaçıncı sene krallara mektuplar gitmeye başlıyor. İslâm gelir gelmez krallara mektup gönderilmiyor. Tebliğ hizmetinin geniş coğrafyalara yayılması, yetişmiş insanlarla oluyor.

Burada şu husûsa da dikkatinizi çekmek istiyorum:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in etrafına bakınız, hep gençlerden müteşekkil bir kadro görürsünüz. İslâm’ın ilk yıllarında gençler, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî olup İslâm uğrunda türlü cefâlara katlandılar. Yani bir nevî İslâm, gençlerin omuzlarında inkişâf etti.

Meselâ; Câfer bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh- Habeşistan’a hicret edip Necâşî’nin huzûrunda müslümanları ilim, hikmet ve cesaretle temsil ve müdâfaa ettiğinde, henüz 17 yaşlarında bir delikanlı idi.

Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Medîne’ye muallim olarak gönderildiğinde, 25 yaşında bir gençti.

Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- Yemen’e kadı ve muallim olarak tâyin edildiğinde 21 yaşında idi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’yi fethettiğinde 20 yaşındaki Attâb bin Esîd -radıyallâhu anh-’ı oraya vâli tâyin etmişti.

Yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz önce ashâbı yetiştirdi. Onlar, Efendimiz’den aldıkları enerjiyle, takvâ ile yoğruldular. Ardından sordu onlara Efendimiz:

“–Bu mektubu, filân krala kim götürecek?”

Hepsi birden ayağa kalkıp, büyük bir şevkle:

“–Yâ Rasûlâllah! Ben götürürüm, bu vazifeyi bana verin!” dedi.

Ben bu çölü nasıl geçeceğim, kelle uçurmaya hazır cellâtların yanında krala ben bu mektubu nasıl okuyacağım, demedi. Yeter ki Allah Rasûlü’nün gönlünde ufacık bir yerim olsun, dedi.

Ashâbın gönlünde dâimâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vardı. Nereye gitseler, Allah Rasûlü’nü de kalplerinde taşıyorlardı. Tasavvufî tâbiriyle; “Fenâ fi’r-Rasûl” hâlinde yaşıyorlardı.

Bugün bizim de en mühim meselemiz, bu kıvama ulaşabilmek, “Fenâ fi’r-Rasûl” olabilmek.

Bakınız, Fatih’in askerleri Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine nâil olabilme iştiyâkıyla İstanbul surlarına tırmanırlarken, Bizanslılar üzerlerine kızgın yağ döküyor, Rum ateşi atıyorlardı. Fakat onlar büyük bir aşk ile; “Bugün şehidlik sırası bize geldi!” diyorlardı. Yani Efendimiz’in hadîsinin şümûlüne girebilmeyi, canlarına minnet biliyorlar, en büyük lezzet ve saâdet telâkkî ediyorlardı.

Anneler, Çanakkale’ye evlâtlarını gönderirken, kurbanları kınaladıkları gibi kınalayarak gönderiyorlardı.

Sultan 1. Murad Han Kosova’da;

“Yâ Rabbi! Bugün bize bir bayram olsun. Bu bayramın kurbanı da bu Murad kulun olsun!” diyordu.

Bu samimî fedakârlıklardan sonra ilâhî yardım geliyor.

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- ile Hazret-i İsmail -aleyhisselâm- vedâlaştılar ve; “Âhirette görüşürüz!” dediler. İsmail -aleyhisselâm-:

“–Baba!” dedi. “Sen merhametlisin, bıçağı vuramazsın benim boynuma, benim gözümü kapat, bakma bana!” dedi. Bu sırada bıçak kesmedi ve kurban indi. Bu fedakârlığın karşılığında Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“«Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır.» diye seslendik. Biz, oğluna bedel olarak ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: «İbrahim’e selâm!» dedik.” (es-Sâffât, 104-109)

Bu teslîmiyet ve fedakârlığı neticesinde Cenâb-ı Hak, İsmail -aleyhisselâm-’a hem peygamberlik lûtfetti, hem de Rasûlullah Efendimiz onun neslinden geldi. Kâbe’yi babasıyla beraber inşâ etti.

Yani burada neyi görüyoruz? Fedakârlıkların ardından gelen ilâhî lûtuf, ihsan ve yardımları müşâhede ediyoruz.

Mevlânâ Hazretleri’nin güzel bir teşbihi var:

“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.” buyuruyor.

Yani mühim olan, her yerde Kâbe’nin Rabbiyle kalben beraber olabilmek.

Nasıl insan tavafta bir vecd, bir istiğrak hâlindedir. Aynı şekilde mühim olan, her yerde o hâli gönülde muhafaza ederek Kâbe’yi bulabilmek.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyuruyor:

“İlk hacca gittiğimde sadece Kâbe’yi gördüm. İkinci gidişimde hem Kâbe’yi hem de Kâbe’nin Rabbi’nin tecellîlerini gördüm. Üçüncü gidişimde ise sadece Kâbe’nin Rabbi’nin tecelliyâtını müşâhede ettim.” diyor.

Bunlar bir vecd meselesidir, rûhî tekâmül meselesidir.

Hiçbir peygamber, etrafında toplananlara dünyevî bir servet vaad etmiyor, maddî bir hazine bırakmıyor. Onlar insanlığa örnek olan âbide bir şahsiyet ve karakter sergiliyorlar. Îman edenler de onlara hayran olup tâbî oluyorlar.

Peygamber de ne yapıyor?

وَيُزَكّ۪يهِمْ

Onların gönül âlemlerini temizliyor.[5] O kalp, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının bir tecellîgâhı hâline geliyor.

Ondan sonra ne oluyor?

Cenâb-ı Hak; “…Bir kulumu sevince Ben onun gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi olurum…” buyuruyor hadîs-i kudsîde.[6] Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kalplerde fütuhat, zuhurat, sünuhatlar başlıyor, genişlik ve derinlik hâsıl oluyor.

Âdeta bir dalgıç misâli… Meselâ engin bir denize sahilden bakan bir kimse, denizin sadece sathını görür. Fakat güçlü bir dalgıç, her indiği merhalede ayrı ayrı manzaralar seyreder.

Yine herkes aynı rahle başında oturur. Fakat gönlünün vecdine göre, farklı seviyede istifâde eder ilâhî beyanlardan.

Yani kalbin temizliği nisbetinde Kur’ân-ı Kerîm’den istifâde edilir. Nitekim Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Eğer gönüller mânevî kirlerden (nefsânî ihtiraslardan ve kalbî marazlardan) temiz olsaydı, Kur’ân’ın zevkine aslâ doyum olmazdı.”

Onun için Mevlânâ Hazretleri de:

“Kur’ân’ın mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş, böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar.” buyuruyor.

Yine bir beytinde:

مَنْ بَنْدَهٔ ِ قُرْآنَمْ اَكَرْ جَانْ دَارَمْ

مَـنْ خَــاكِ رَهِ مُحَـمَّدْ مُخْـتَـارَمْ

“Bu can bu tende oldukça Hazret-i Kur’ân’a kulum, köleyim; Hazret-i Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek ve nurlu yolunun toprağıyım.” diyor.

Abdurrahman Topbaş:

Efendim, nesli yetiştirmede en büyük görev anne-babaya düşüyor, mâlum.

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Varsa anne-baba, varsa…

Abdurrahman Topbaş:

Bugün anne-babalar çocuklarına eğitimi çoğunlukla dünyevî planlara yönelik veriyor. Bu hususta anne-babalara neler tavsiye edersiniz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Bir anne-baba için ilk tavsiye, merhamettir. Anne-babaya; “Senin merhametin ne kadar?” denilecek. Bak, burada evlâdın ölse ne kadar üzülürsün! Yarın ise öbür tarafta evlâdınla beraber olmak istiyorsan, evvelâ kendin istikâmet üzere olacaksın, sonra da evlâdının İslâm kültür ve ahlâkıyla yetişmesi için gayret göstereceksin. Zira âyet-i kerîmede:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ

“Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyruluyor.

Yani bu hayatı istikâmet üzere yaşayanlara kıyâmetin o zor gününde böyle hitap edilecek. Büyük bir merasimle, selâmla, iltifatla Cennet’e dâvet edilecek.

Eğer; “Uydum kalabalığa, ne olacak canım, din kolay zaten! Ne var, tevbe edersin, olur biter!” dersen, bu, Yusuf -aleyhisselâm-’ın kardeşlerinin dediği gibi olur.

Tevbe ederiz, iş biter, kolayca atlatırız gibi… Lakin iş öyle değil. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59)

En büyük hicran / en hazin ayrılık orada olacak. İnsanların bir kısmı Cennet’e giderken, belki en yakınları Cehennem’e gidecek. Bir anne-baba, çocuğu ateşli bir hastalığa tutulsa, sabaha kadar uyumaz, uyuyamaz. Doktor doktor gezer. Fakat maalesef bugün bir mâneviyat fukarâlığı başladı. Çocuklarının dünyevî istikbâlini ebedî istikbâlinden daha önemli görme gafleti, dindar dediğimiz âilelere bile sirâyet etti. Görüyoruz; üniversite imtihanlarında anne-baba gidiyor, saatlerce kapıda heyecanla bekliyor. Çocuğum kadar heyecanlıyım, diyor.

Peki, bu çocuğa sen mâneviyatı için ne veriyorsun?

Bir mekteb-i âlem içerisinde olduğunun farkında mısın? Değil! Ya âhireti küçümsüyor, yahut da “Benim kalbim temiz, nasıl olsa Allah affeder!” diye düşünüyor.

Velhâsıl bu husus çok mühim.

Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ûlsünüz.

Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür.

Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’ûldür.” buyuruyor. (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

Çoban ne yapar? En mühimi, çoban kurtlardan korur. Yani sürüsünü kurtlar vadisine sokmaz. Güneş’in altında bekletmez, kurak yerlerde gezdirmez, sulak ve yeşillik bir yerde bulundurur. Yaralı bir kuzuyu geride bırakmaz. Onu kucağına alır, sürüden ayırmaz. Çoban büyük bir vazife îfâ eder. Tabi bu çobanın merhametine bağlı. Ana-babanın merhametine bağlı. Onun için Cenâb-ı Hak;

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (et-Tahrîm, 6) buyuruyor. İnsan kendisini ve çocuğunu Cehennem azâbından koruyacak.

Bu dünyada baba veya anne, önce ölebilir, yahut evlât önce ölebilir. Bu bir kader-i ilâhîdir. Fakat asıl facia, az önce bahsettiğimiz gibi, ebedî âlemde yolların ayrılmasıdır.

Abdurrahman Topbaş:

Bu tehlike, her müslümanın endişe duyması gereken bir husus, değil mi efendim?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Tabi, tabi. -Allah korusun- belki orada ana-baba bir tarafa gidecek, evlât bir tarafa gidecek. Koca bir tarafa gidecek, hanımı bir tarafa gidecek. En büyük facia orada!..

Onun için bir anne-babanın evlâdına yapabileceği en büyük iyilik, evlâdına bir bahçıvanın bahçesine dikkat etmesi gibi hassâsiyet göstermesidir.

Bir bahçıvan da bahçesiyle yakından alâkadar olur, onu zararlı haşerattan, farelerden korur, tavukların tohumlara zarar vermesini engeller vs… Yani kendi hâline bırakmaz. Kendi hâline bırakılan bir tarlada ne çıkar? Dikenli kaktüsler çıkar. Zira “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur.” denilmiştir. Bugün de öyle.

Bugün Allah yolunda yapılan hizmetler çok mühim. Meselâ bir pınarın başında bulunsanız, gelen gidene su ikram etseniz, bu çok güzel bir şey. Fakat o bir bardak suyu, çölde susuzluktan kıvranan ve ölümle burun burana gelen bir insana taşısanız, bir can kurtarırsınız orada. Yangından bir insan kurtarırsınız.

Bugün bir mü’minin vazifesi de, uhrevî yangınlardan insan kurtarmaktır! Ve onu kurtarmaya da mecburdur. Hattâ mahkûmdur kurtarmaya! Zira mü’min, kendi kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini bilen, diğergâm insandır.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-;

“Biz, (ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık.” buyuruyor:

“Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak:

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.

Yakasına yapışan kişi ise:

«–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.”[7]

Aynı şekilde evlâdının mânevî terbiyesini ihmâl eden ana-babalardan da evlâtları dâvâcı olacak!

Elbette ana-baba hakkı ödenmez. Evlâdının dünyevî-uhrevî saâdetini düşünen bir anne-baba, ömürlük bir teşekekküre lâyıktır. Fakat anne-baba, çocuğunu;

–Uydum kalabalığa, diyerek sokakların insafına bırakırsa,

–“Şu dünyevî merhaleyi alsın da, âhiret nasıl olsa kolay!” deyip zamanın şerlerinden korumazsa,

–“Yazın evlâdımı bir ay camiye gönderirim, iş biter!” diyerek dînî tahsili hafife alırsa, yahut;

–“Cumadan cumaya, bayramdan bayrama namazını kılsa kâfî!” deyip evlâdını ihmâl ederse…

Hâlbuki Cenâb-ı Hak ne buyuruyor;

“…Îman ettim demekle kurtulacaklarını mı sanırlar?..” (el-Ankebût, 2)

İşte bu sebeple evlâtlarının mânevî eğitimini ihmâl eden, onlara daha küçük yaştan itibaren ibadet alışkanlığı ve helâl-haram şuuru kazandırmayan anne-babalar, -Allah korusun- büyük bir vebâl altındadır.

Bunun için, evlâtları zamanın şerlerinden korumanın zorlaştığı günümüzde müslümanların vazifesi de ağır.

Bugün mesele, çöldeki insana bir bardak su götürebilmek. Düz yolda arıza yapan bir arabayı itmek kolaydır. Fakat bugün araba rampada arıza yapmış durumda. Onun için arabaya çok daha kuvvetli şekilde omuz vermek gerekiyor. Araba düze çıkınca, onun sahibi, kendisine yardım edenlere çok daha derin bir teşekkür hissiyâtı duyar.

Cenâb-ı Hak da dîni uğruna zor zamanlarda gösterilen gayret ve fedakârlıkları âdeta kendisine verilen bir borç gibi kabul ediyor. O gayretlerin mükâfatını bol bol ihsan edeceğini bildiriyor. Yine bu gayretleri, Kur’ânî tâbiriyle; “قَرْضًا حَسَنًا” yani karşılığı âhirette kat kat fazlasıyla ödenecek bir “güzel borç” olarak kabul buyuruyor.

Âdem Ergül:

Efendim, çok teşekkür ediyoruz. Allah râzı olsun. Mesajlar çok dolu dolu oldu. Umarız Yüce Rabbimiz bu mesajlarınız çerçevesinde, nesle ulaşmakta hepimize muvaffakıyetler ihsan buyursun.

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Âmîn, âmîn. Bu çok mühim bugün. Kendimizi ihyâ etmek, devrin akışından mes’ûl olmak.

Bir annenin yeni doğmuş yavrusuna karşı fıtrî vazifesi nedir? Ona süt vermesidir. Bunu severek de verir. Bir kedi bile beş yavrusuna sütünü severek veriyor. Fakat bir evde yangın çıkarsa, anne yavrusunu emzirmeye devam edemez. O vaziyette yavrusunu emzirmeye devam etmesi, evlâdına merhamet değil, bilâkis merhametsizliktir. Annenin o hengâmda yapması gereken, yavrusunu ateşten uzaklaştırmak ve yangını söndürmeye çalışmaktır. Bugün de öyle. Evlâtları mânevî yangınlardan kurtarmak, en hayâtî mesele…

Abdurrahman Topbaş:

Efendim, size yöneltmemiz için bize ulaştırılan suallerden değil ama, müsaadeniz olursa, sizin gençlik yıllarınıza ait, o zamanki eğitim hayatına dair hâtıralarınızdan, bugünkü gençliğe ışık tutacak birkaç misal istirham edebilir miyiz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Hâtıra çok evlâdım. Evvelâ, o zamanki halkın durumu nasıldı?

“–Nereye gidiyorsun oğlum!” derdi tramvayda yaşlı bir kadın.

“–İmam Hatip!” deyince;

“–Ooo, sen cenaze mi yıkayacaksın!” derdi.

“–Niye doktor, mühendis, mimar vs. olmuyorsun?” derdi.

Yani toplumdaki hava buydu. Çünkü Tevhîd-i Tedrisat kanunu çıktı, dînî eğitim yasaklandı. Onun için insanlar ekseriyetle dünyevî plana ehemmiyet vermeye başladı.

Elhamdülillah, o zamanlar İmam-Hatip’teki hocalarımız; kalbinden, rûhundan, gönlünden rahmet taşıran insanlardı. Sabahları erkenden gelirlerdi. Her türlü hizmeti yaparlardı, aman talebe buradan dağılmasın diye. Bunun gayreti içinde olurlardı. Hepsi büyük bir şevkle gelirdi.

Celâl Hoca, Parkinson hastası idi. Bir talebenin koluna girerek gelirdi derse. Fakat tâbiri câiz ise, bir damadın düğüne gidişi gibi büyük bir iştiyakla mektebe gelirlerdi. “Hamd olsun, Allah bugün de bana, dînini tebliğ etme fırsatı verdi.” düşüncesinde idiler. Aşk ve gayretlerini tarife imkân yoktu! Bu şekildeydi.

Tabi, aradan altmış sene geçti. Belki daha fazla. Hocalarımızın birçoğunu biz hâlâ unutmadık.

Nurettin Topçu’yu unutmadık, Celâl Hoca’yı unutmadık, Mahmud Bayram Hoca’yı unutmadık.

Fakat kimi hocalar da bir vazife savma kabilinden, âdeta bir hayal gibi derse gelip gidiyordu. Onların ismini, cismini, her şeyini unuttuk.

Onun için bir hocanın, bir eğitimcinin gönül dünyası çok mühim. Derse bir ibadet heyecanıyla, bir mâbede girer gibi girmesi lâzım. Kendini derse rûhen hazırlaması lazım. Bizim ilk İmam-Hatip yıllarımız böyleydi.

Abdurrahman Topbaş:

Silgi bulamayınca -talebenin vakti ziyan olmasın diye- koluyla tahtayı silen bir hocanız varmış Efendim. Biraz da ondan bahseder misiniz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Mahmud Bayram Hoca’ydı o. Onun bize her hâli tesir ederdi. Yolda hızlı gider, koşar gibi yürürdü. Hattâ o zaman şunu dermiş bir arkadaşına:

“–İlim Yayma Cemiyeti herkese, fakir talebeye ceket, pantolon verirdi. Bize hiç sorulmazdı. Ben derse emanet ceketle gelirdim!”

O fedakârlık, o gayret… Mahmud Hoca gelip geçse bile, onun üzerimizdeki müsbet tesiri hâlen devam ediyor.

Hastalanmıştı. Felç gibi olmuştu. Ziyaretine gittim. Bir adımını dahî zor atıyordu. Şöyle bakmışım ben kendisine. “Ben hayatımdan memnunum oğlum!” dedi. “Eskiden ben koşardım. Şimdi her adımda Allah diyorum. Bu hastalık bana daha çok Rabbimi hatırlattı!” dedi.

Yani müslüman her yerde güzeli bulacak, her hâlükârda güzel düşünecek. Rûhunu zarifleştirecek. Bir kul, Cenâb-ı Hak ile beraber olursa, ondan daha zengin, ondan daha müreffeh, ondan daha huzurlu bir kul olabilir mi?

Cenâb-ı Hak, kalplerde onlar için birer sevgi yaratıyor. Mevlânâ Hazretleri 700 senedir devam ediyor. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri 400 senedir devam ediyor. Şah-ı Nakşibend Hazretleri 600 senedir devam ediyor.

Cenâb-ı Hak vefatlarından sonra da onların hizmetlerini devam ettiriyor. Rûhâniyetlerini devam ettiriyor. Çünkü onlar ne oldu? Cenâb-ı Hakk’a dost oldu.

Allah kulluğumuzu unutturmasın. Gerisi boş! Dünya senin olsa, ne kadar senin kalacak? İstanbul, Marmara Denizi senin olsa, ne olacak?

Senin miden ile herkesin midesi aynı. Kabını okyanusa da daldırsan, kabının hacmi kadar su alabilirsin. Fakat Cenâb-ı Hakk’a kul olduğun zaman, gönülde sonsuz ufuklar açılıyor. Her şey bambaşka oluyor. O zaman, bizim Nurettin Topçu Hoca’nın dediği gibi:

“O zaman çiçek seninle konuşur, gül seninle konuşur, tabiat seninle konuşur. Sen ayrı bir lisan kazanırsın. Gülle, sümbülle vs. hepsiyle dertleşirsin.”

Rahmetli Nurettin Topçu gelirmiş Üsküdar’a. Üsküdar’dan Çamlıca’ya yürüye yürüye çıkarmış. Orada ikindiye kadar kalır, tabiatla konuşur, dertleşir, ondan sonra gidermiş.

Hüdâyî Hazretleri de konuşuyordu. “Zikir hâlinde gördüm, kopartamadım hiçbir çiçeği.” diyor.

Yunus Emre, sarı çiçekle konuşuyor.

Esas sanat, o dili öğrenebilmek. O dili öğretecek olan da, kâğıt-kalem değil, kalptir.

Âdem Ergül:

Muhterem Efendim, son olarak, global kültürün ve seküler düşüncenin her yanı istilâ ettiği günümüzde, müslüman bir gencin nasıl bir kültüre sahip olması gerektiği hususunda ne buyurursunuz?

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi:

Kültürün esası, üç unsurdan müteşekkildir:

Din, Dil ve Tarih

Esas kültür; din, dil ve tarih şuuruna sahip olmaktır. Çünkü fert ve toplumlar, hayâtiyetlerini ancak; din, dil ve tarih şuuruyla devam ettirebilirler.

Tarihten bugüne her millet kendi kültürüyle yaşıyor. Yahudiler, kendi kültürüyle yaşıyor. Hristiyanlar kendi kültürüyle yaşıyor. Budistler, kendi kültürüyle yaşıyor. Ateistler, kendi materyalist kültürleriyle devam ediyor. Kapitalistler de kendi nefsânî kültürleri içinde yaşıyor.

Müslüman bir toplumun hayatiyetini devam ettirmesi de ancak kendi öz kültürüne, mânevî kimliğine sahip çıkmasıyla mümkündür.

Bir toplumda, din, dil ve tarih şuuru diri ise, fert de toplum da diri demektir. Bunlar ölü ise, o zaman fert de toplum da yok olmaya mahkûm olur.

Niçin?

Çünkü DİN; dünyaya gelişimizin, yaşayışımızın ve ebedî hayatımızın yegâne reçetesi. O reçete olmadan insan, iki dünyada da hüsrana uğrar.

Din, her şeyden önce;

–Kâinâtın ve insanın yaratılış gayesini idrâk etmeyi sağlar.

–Kundak ile kefen arasındaki hayatı tanzîm eder. Fertten aileye, aileden topluma, husûsî hayattan sokağa ve meydanlara, yeme-içmeden iktisâda, hayatın her safhasında; mü’minin hayatını en güzel ve en ideal ölçülerle düzenler. Aldığımız nefesten attığımız adıma kadar, mükelleflerin bütün fiilleri hakkında hükümler inşâ eder.

İslâm, beşerî bir ideoloji değildir. Bütün ideolojilerin üstünde, fert ve topluma iki cihan saâdeti bahşeden, mükemmel bir dünya görüşüne ve engin bir tefekkür ufkuna sahiptir.

Kültürün esaslarından ikincisi “DİL”dir.

Malûm; bütün mahlûkatta dil var. Fakat en gelişmiş ifade imkânı insana verilmiş.

Dolayısıyla insanın dili, müstesnâ bir ilâhî nîmet.

Çünkü dil; dînin ortaya koyduğu hak ve hakîkatlerin ifade vâsıtası.

İnsan, kelimelerle düşünür, lisân sayesinde tefekkür ufkunu genişletir. Yani din, ancak dil ile anlatılır. Bunun için Rabbimiz, kendi katından insanlara kitaplar göndermiş. Son olarak da aynı zamanda bir lisan mûcizesi olan Kur’ân’ı nâzil etmiştir.

Ayrıca mü’min, Kur’ân’ın telkin ettiği zarif bir üslûp ile konuşacak. Dili yılan ve akrep dili olmayacak. Hiçbir kalbe diken batırmayacak. Bilâkis İslâm’ın nezâket ve zarâfetini tevzî eden tatlı bir üslûba sahip olacak.

Dinin ve dilin yanında kültürü tamamlayan üçüncü unsur ise, TARİH…

Çünkü insan, tarihle dâimâ iç içe. Tarih, insanın geçmişi ve geleceği arasında nasıl bir yolculuk yaptığının en bâriz aynası.

Tarih bilmeden hâdiselerin sebep ve neticelerini doğru tahlil edebilmek, mümkün değil!

Tarih bilmeden, kıssalardan hisseler çıkarmak mümkün değil!

Bu itibarla tarih, yaşanan hâdiseler ışığında milletlerin müstakbel yollarını aydınlatan bir meş’aledir.

Tarih, bir milletin hâfızası ve millî tecrübeler mecmuasıdır.

Toplumun, maddî ve mânevî değerlerinin bittiği yerde tarih biter, millet biter, insan biter, iz’an biter, her şey son bulur.

Velhâsıl bütün bu hasbihâlimizi hulâsa edecek olursak;

  • Evvelâ kendi şahsiyetimizi Kur’ân ve Sünnet ikliminde en güzel şekilde inşâ edeceğiz.
  • Tefekkürümüzle, ibadetlerimizle, ahlâkımızla, Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kul, topluma örnek bir müslüman olmaya gayret edeceğiz.
  • İctimâîleşmek sûretiyle, kendimizi toplumdan ve devrin akışından mes’ûl göreceğiz.
  • Ve ardımızda bizler için sadaka-i câriye ve hayru’l-halef olacak sâlih bir nesil bırakmaya çalışacağız.

Rabbimiz, his ve fikirlerimizi rızâsıyla teʼlif buyursun. Îman olgunluğu içinde, Kur’ân ve Sünnet ikliminde, nezih bir hayat yaşayıp yaşatmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] el-İsrâ, 23.

[2] el-İsrâ, 28.

[3] en-Nisâ 5, 8; el-Ahzâb, 32.

[4] Tâhâ, 44.

[5] Bkz. el-Bakara, 129; Âl-i İmrân, 164; el-Cuma, 2.

[6] Bkz. Buhârî, Rikāk, 38.

[7] Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, trc. Naim Erdoğan,

İstanbul ts., V, 384.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2021 – Haziran, Sayı: 424, 425