Ölünün Ardından Yapılacak Ameller

İbadet Hayatımız

İslam dinine göre bir Müslüman ölünün ardından yapması gereken amelleri sizler için derledik. İşte 7 başlıkta ölünün ardından yapılacak ameller...

Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, mü’minler kardeştir.[1] Bu kardeşliğin, mü’minlere yüklediği mühim vecîbelerden biri de, vefât eden din kardeşlerine karşı son vazifelerini îfâ etmektir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın ahsen-i takvîm üzere yaratıp tekrîm ettiği, mahlûkâtın en şereflisi kıldığı insanı, insanlık şeref ve haysiyetine yaraşır şekilde, edep ve îtinâ ile yıkayıp kefenleyerek en güzel bir şekilde defnini gerçekleştirmektir.

Nitekim Resûlullah Efendimiz hadîs-i şerîflerinde, Müslümanların birbirleri üzerindeki bazı haklarına şöyle dikkat çekmişlerdir:

“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir:

Selâm almak, hasta ziyaret etmek, cenâzenin arkasından yürüyüp (namazını kılmak ve defniyle meşgul olmak), davete icâbet etmek ve aksırana «يَرْحَمُكَ اللّٰهُ : Allah sana merhamet eylesin!» demek.” (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4)

“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır:

Karşılaştığın zaman selâm ver, seni dâvet ederse git, senden nasihat isterse nasihat et, aksırdığında Allâh’a hamd ederse, «يَرْحَمُكَ اللّٰهُ» de, hastalandığında onu ziyaret et, öldüğü zaman cenâzesinin ardından git.” (Müslim, Selâm, 5

1- TECHÎZ, TEKFÎN VE TEŞYÎ[2]

Vefât eden din kardeşimizin cenâze namazını kılmak ve onu kabre defnetmek farz-ı kifâye,[3] diğer hizmetler ise sünnet ve müstehab[4] kılınmıştır. Şayet bu vazifeler ihmâl edilirse, bütün bölge halkı farzı terk etmiş sayılarak günahkâr olur.

Resûlullah Efendimiz, cenâzenin techîzine dâimâ ihtimam göstermişler, bu vazifeyi yapan kimselerden de ölüyü güzelce yıkayıp kokulayarak kefenlemelerini istemişlerdir. Bu vazifenin ehemmiyetini ifâde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan hâlleri gizleyen kimseyi Allah Teâlâ kırk kere bağışlar. Ölüyü kefenleyene ipekten yapılmış Cennet elbiseleri giydirir. Kabir kazıp ölüyü defnedene, bir fakiri kıyâmete kadar kalacağı bir eve yerleştirmiş gibi ecir verir.” (Hâkim, I, 506/1307)

Bir kimsenin tekfîni esnâsında dikkat edilmesi gereken bir husus da, insanın hayatta iken rahatsızlık duyacağı şeyleri vefât etmiş kişiye de edeben yapmamaktır. Meselâ meyyit çok sıcak veya çok soğuk suyla yıkanmamalıdır.

Bunun yanında cenâzenin techîz ve tekfîni, israf ve cimriliğe kaçmadan, vasat bir şekilde yapılmalıdır.

Hazret-i Câbir şöyle anlatıyor:

“Bir gün Resûlullah Efendimiz bir hutbe îrâd ettiler. Hutbede, ashâbından vefât etmiş ve kifâyetsiz bir kefene sarılıp geceleyin defnedilmiş bir zâttan bahsettiler. Sonra üzerine namaz kılınabilmesi için, mecbur kalınmadıkça cenâzenin geceleyin gömülmesini yasakladılar. Daha sonra da şöyle buyurdular:

«Biriniz kardeşini kefenlediği zaman, kefenini güzel yapsın!» (Müslim, Cenâiz, 49; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 29-30/3148; Nesâî, Cenâiz, 37)

Yine Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Beyaz renk elbise giyiniz. Çünkü beyaz elbise, temiz ve daha hoş görünümlüdür. Ölülerinizi de beyaz kefene sarınız!” (Tirmizî, Edeb, 46/2810)

Ayrıca Peygamber Efendimiz, cenâzenin fazla bekletilmeyip bir an evvel defnedilmesi hususunda şu tavsiyede bulunmuşlardır:

“Cenâzeyi süratli taşıyın. Eğer o iyi biriyse, bu onun için bir hayırdır; onu bir an evvel kabirdeki hayır ve sevâbına kavuşturmuş olursunuz. İyi biri değilse, bu da bir şerdir; onu çabucak omuzlarınızdan atmış olursunuz.” (Buhârî, Cenâiz, 51; Müslim, Cenâiz, 50, 51)

Resûlullah Efendimiz’in bu husustaki tâlimâtına rağmen, bazı yerlerde cenâze namazına yetişebilmek adına mevtânın bekletildiği görülmektedir. Hâlbuki aslolan, mevtâyı kesinlikle bekletmeyip hemen defnetmektir. Zira cenâze namazı, daha evvel ifâde ettiğimiz gibi, farz-ı kifâyedir. Hazır bulunan cemaat namazı kılar, yetişemeyenler de geldiklerinde, isterlerse kendileri yeniden kılabilirler.[5] Ayrıca gelemeyenlerin, bulundukları yerde gıyâbî cenâze namazı kılmaları da mümkündür.

Ancak cenâzenin otopsi vb. zaruret sebebiyle bekletilmesi gerekiyorsa, o zaman morga konulabilir. Lâkin zaruret olmadan morga veya soğuk depolara koymak, cenâzeye eziyet hükmüne girer.

Kabrin başına taş koymak, yerini belli etmek câizdir. Muttalib bin Ebî Vedâa şöyle anlatır:

Osman bin Maz’ûn vefât ettiği zaman, cenâzesi Medîne’den dışarı çıkarıldı ve gömüldü. Osman, muhâcirlerden ilk vefât eden kimse idi. Resûlullah Efendimiz, bir adama Osman için bir kaya (getirerek mezar yerini belli etmesini) emrettiler. Adam (bir taş aldı, fakat) taşımaya güç yetiremedi. Resûlullah bizzat gidip kollarını sıvadılar (taşı kendileri aldılar).”

Râvî der ki:

“Sanki ben, kollarını sıvadığı sırada Resûlullâh’ın o mübârek kollarının beyazlığını görür gibiyim.

Sonra kayayı getirip Osman’ın baş tarafına koydular ve:

«–Bununla, kardeşimin kabrini tanır ve bulurum. Ailemden ölenleri de bunun yanına gömerim.» buyurdular.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 57-59/3206. Bkz. İbn-i Mâce, Cenâiz, 42)

Peygamber Efendimiz Hudeybiye Umresi için Mekke’ye giderken Ebvâ’ya uğramışlardı:

“‒Şüphesiz Allah Teâlâ Muhammed’e annesinin kabrini ziyaret etmesi için izin verdi!” buyurdular.

Sonra yanına varıp kabri güzelce düzelttiler ve yanında ağladılar. Resûlullah ağladığı için Müslümanlar da ağladılar. Daha sonra niçin böyle yaptığı sorulduğunda ise şöyle buyurdular:

“‒Annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” (İbn-i Sa‘d, I, 116-117. Ayrıca bkz. Müslim, Cenâiz, 105-108)

Kabri düzgün yapmak; İslâm’ın emrettiği, işini sağlam ve nezâketle yapma esâsının bir gereğidir.

Nitekim oğlu İbrahim’in kabri örtüldüğü zaman Resûlullah kabrin yanında bir taş kadar yerin düzgün olmadığını gördüler. Bir taraftan orayı mübârek elleriyle düzeltirken bir yandan da şöyle buyuruyorlardı:

“Sizden biriniz, bir iş yaptığı zaman, onu sağlam yapsın! Çünkü böyle yapmak, acıya uğrayan kişilerin gönlünü tesellî eden hususlardan biridir!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 141-142)

Diğer rivâyete göre Resûlullah Efendimiz, oğlu İbrahim’in kabrinin kenarındaydılar. Lâhitte bir açıklık gördüler. Mezar kazan kişiye orayı düzlemesi için biraz çamur verdiler ve şöyle buyurdular:

“‒Bunun ölüye ne zararı ne de faydası olur; lâkin (kabrin düz olması) dirinin gözünü aydın eder, onu mesrur ve memnun eder!” (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 142, 143; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 451)

Toprağı sağlamlaştırmak için kabrin üzerine su serpmekte bir beis yoktur. Oğlu İbrahim gömüldüğü zaman, Resûlullah Efendimiz:

“‒Bir kırba su getirecek kimse var mı?” diye sordular.

Ensârdan bir zât hemen bir kırba su getirdi.

Resûlullah o zâta:

“‒Onu İbrahim’in kabrinin üzerine serp!” buyurdular. (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 141)

Resûlullah, bir taş getirilmesini emrettiler. Taş, Hazret-i İbrahim’in kabrinin başına dikildi.[6] Kabrinin üzerine ilk defa su serpilen de, o oldu.[7]

Kabrin uygun bir yerine ağaç dikmek ve etrafını yeşillendirmek de güzel görülmüştür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere Re­sûl-i Ek­rem Efen­di­miz, iki kab­rin ya­nın­dan ge­çer­ken o kabirlerde bulunanların azap gördüğünü haber vermişlerdi. Sonra da yaş bir hur­ma da­lı is­temiş, o dalı iki­ye ayır­ıp bun­la­rı ka­bir­le­rin ba­şı­na bi­rer bi­rer dik­mişler ve:

“Ku­ru­ma­dık­la­rı müd­det­çe on­la­rın azâ­bı­nı ha­fif­let­me­le­ri umu­lur.” buyurmuşlardı. (Müs­lim, Ta­hâ­ret, 111)[8]

Mü­fes­sir, muhaddis ve fıkıh âlimi olan İmâm Kur­tu­bî, bu ha­dîs-i şe­rî­fin îzâhında şöyle demektedir:

“Hadîste geçen, «ku­ru­ma­dık­la­rı müd­det­çe» ifâdesi, o dal­la­rın yaş kal­dık­la­rı müd­det­çe tes­bih et­tik­le­ri­ne işa­ret et­mek­te­dir. Ni­te­kim âlim­le­ri­miz şöy­le de­miş­ler­dir:

«Ka­bir­le­re ağaç dik­mek­ten ve ora­da Kur’ân-ı Ke­rîm oku­mak­tan ora­da­ki mevtâ isti­fâ­de eder. Bir ağaç dik­mek bi­le ölü­le­rin azâ­bı­nı ha­fif­le­tir­se, bir mü’mi­nin Kur’ân oku­ma­sın­dan kim bi­lir ne ka­dar is­ti­fâ­de eder­ler? Ölü­ye he­di­ye edi­len şe­yin se­vâ­bı da ken­di­si­ne ula­şır.»” (Kur­tu­bî, X, 267)

Kabirlerin üzerine basmak ve oturmak mekruhtur. Bu hususta Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Birinizin kor üzerine oturup elbisesini yakması, oradan da ateşin bedenine ulaşması, kendisi için bir kabrin üzerine oturmasından daha hayırlıdır.” (Müslim, Cenâiz, 96; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 77; Nesâî, Cenâiz, 105)

Yine bu mevzuyla ilgili olarak Hazret-i Câbir de, Resûlullah Efendimiz’in kabirlerin kireçlenmesini, üzerine oturulmasını ve üzerine bina yapılmasını yasakladığını nakletmiştir.[9]

Ayrıca ölüyü kabre defnettikten sonra “telkin”de bulunma hususunda ihtilâf edilmiş, bunu yapmanın güzel olacağını söyleyenler olmuştur. Nitekim “Ölülerinize Yâsîn okuyunuz.”[10] hadîs-i şerîfi de hem ölümden önce hem de ölümden sonra Yâsîn Sûresi’ni sık sık okuma tavsiyesi olarak anlaşılmaktadır.

2- BORÇLARINI ÖDEMEK

Müslüman, dâimâ ihsan şuuruyla, yani ilâhî kameraların altında bulunduğunun idrâki içinde yaşayan ve Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna borçlu olarak çıkmaya korkan insandır.

Şayet bir kimse, borcunu ödeyemeden ölmüşse, akrabaları o kimsenin vasiyetini yerine getirmeden ve mîrâsını taksim etmeden önce, evvelâ onun bütün borçlarını ödemeye çalışmalıdır. Zira hadîs-i şerîflerde borcu ödenmediği müddetçe şehîdin bile Cennet’e giremeyeceği bildirilmektedir.[11]

Yine bir hadîs-i şerîflerinde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Mü’minin rûhu, ödeninceye kadar borcuna bağlı kalır.” (Tirmizî, Cenâiz, 74. Bkz. İbn-i Mâce, Sadakât, 12)

Yani bir nevî mahpustur, değerli makamına gidemez. Ayrıca kurtulacak mı yoksa helâk mı olacak, bu hususta hüküm verilmez. Bu sebeple endişe içinde bekleyişi devam eder.

Ebû Hüreyre şöyle nakleder:

Resûlullah Efendimiz’e, üzerinde borç bulunan bir cenâze getirildiği zaman:

«–Borcunu ödeyecek bir mal bıraktı mı?» diye sorarlardı.

Eğer borcunu ödemek için yeterli mal bıraktığı söylenir (veya Müslümanlardan biri borcu tamamen ödeyeceğine dâir kuvvetlice söz verirse[12]) namazını kılarlardı. Aksi takdirde Müslümanlara:

«–Arkadaşınızın namazını siz kılın!»” buyururlardı.

Ancak zamanla Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz’in maddî imkânlarını genişletince, borcunu ödeyecek malı olmayan mü’minlerin de (borçlarını ödeyerek) namazını kıldılar.[13] Bundan sonra artık şöyle buyuruyorlardı:

“Ben her mü’mine, mutlakâ, dünya ve âhirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz şu âyeti okuyun:

«O Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha evlâdır/yakındır...»[14]

Hangi mü’min vefât eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin; ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).”[15] (Buhârî, Tefsîr 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz, 14)

Sa‘d bin Atval anlatıyor:

“Kardeşim vefât etmiş ve üç yüz dirhem mal ile bakıma muhtaç çoluk-çocuk bırakmıştı. Bıraktığı parayı ailesine harcamak istiyordum. Resûlullah:

«–Kardeşin borcu sebebiyle hapsedilmiş durumda, borcunu ödeyiver!» buyurdular. Ben:

«–Yâ Rasûlâllah! Ben onun borçlarını ödedim. Sadece bir kadının iddia edip delil getiremediği iki dinar kaldı.» dedim.

Resûl-i Ekrem Efendimiz:

«–O kadına iddia ettiği iki dinarı ver. Çünkü kadın hakîkati söylemektedir.» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Sadakāt, 20)

Yine Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde kıyâmet gününe borçlu bir hâlde çıkılmaması hususunda mü’minleri şöyle îkaz buyurmuşlardır:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir). Şayet iyilikleri yoksa, kendisine zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikāk 48)

3- VASİYETLERİNİ YERİNE GETİRMEK

Techîz, tekfîn ve borçların ödenmesinden sonra, kalan malın “üçte biri” ile ölen kimsenin vasiyetleri yerine getirilir; geri kalanı ise vârislerine taksim edilir.

Nitekim Cennet’le müjdelenen on sahâbîden biri olan Sa‘d bin Ebî Vakkâs şöyle nakletmiştir:

“Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık esnâsında Resûlullah ziyaretime geldi. O’na:

«–Yâ Rasûlâllah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mîrasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?» diye sordum.

Hazret-i Peygamber:

«–Hayır!» dedi.

«–Yarısını dağıtayım mı?» dedim. Yine:

«–Hayır!» dedi.

«–Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Resûlâllah?» diye sordum.

«–Üçte birini dağıt! Hattâ o bile çok. Mîrasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hattâ yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfatını alacaksın.» buyurdu.

Sa‘d bin Ebî Vakkâs sözüne devamla dedi ki:

«–Yâ Resûlâllah! Arkadaşlarım gidip de ben kalacak mıyım? (Burada ölecek miyim?)» diye sordum.

«–Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir.

Allâh’ım! Ashâbımın (Mekke’den Medîne’ye) hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma! Acınacak durumda olan Sa‘d ibn-i Havle’dir!» buyurdu.

Bu sözleriyle Resûlullah, Sa‘d bin Havle’nin Mekke’de ölmesine üzüldüklerini ifâde ettiler.” (Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekāt 1, Merdâ 16, Deavât 43, Ferâiz 6; Müslim, Vasıyyet, 5)

4- DUÂ VE İSTİĞFAR

Vefât eden bir müslüman için ilk duâ, onun cenâze namazını kılmaktır. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Hangi müslümanın cenâzesinde Allâh’a şirk koşmamış kırk kişi hazır bulunup namazını kılarsa, Allah, onların vefât eden kimse hakkındaki şefaatini mutlakâ kabul eder.” müjdesini vermişlerdir. (Müslim, Cenâiz, 59)

Burada zikredilen “kırk” rakamı, kalabalık insan topluluğunu ifâde etmek için kullanılmıştır. Zira bir başka hadîs-i şerîfte bu sayı için “yüz” rakamı zikredilirken,[16] diğer bir rivâyette de üç saflık bir cemaatin bulunması yeterli görülmektedir.[17] Hattâ bu son rivâyeti nakleden Mâlik bin Hübeyre, bir müslümanın cenâzesine katılanları az gördüğünde, duyduğu hadîse uygun olarak hemen onları üç saf hâline getirirdi.

Bunun yanında, Müslümanların hüsn-i şehâdetine nâil olabilmek de vefât eden kimse için büyük bir mazhariyettir. Zira Hazret-i Enes şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bazıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz:

«–وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular.

Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz yine:

“–وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

“–Yâ Resûlâllah, kesinleşen nedir?” diye hayretle sordu.

Peygamber Efendimiz:

“–Önce geçen cenâzeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun Cennet’e girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da Cehennem’e girmesi kesinleşti. Çünkü siz (mü’minler), Allâh’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.” buyurdular. (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)

Din kardeşinin cenâzesine katılarak onun namazını kılmak ve onunla beraber kabre kadar gitmek, mü’mine büyük sevap kazandırır.

Nitekim Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kim, sevâbına inanarak ve karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek bir müslümanın cenâzesi ile birlikte gider ve namazı kılınıp gömülünceye kadar beklerse, her biri Uhud Dağı kadar olan iki kırat[18] sevapla döner. Kim de cenâze namazını kılar, defnedilmeden önce ayrılırsa bir kırat sevapla döner.” (Buhârî, Îman, 35)

Bir gün Abdullah bin Ömer, Sa‘d bin Ebî Vakkâs ile otururken yanlarına Habbâb bin Eret gelir ve:

“–Abdullah! Baksana Ebû Hüreyre ne diyor!” diye bu hadîsi nakleder.

Bunun üzerine Hazret-i Abdullah, Habbâb’ı, bu hadîsi araştırmak için Hazret-i Âişe Vâlidemiz’e göndererek; “Bunu ondan sorup gel!” der.

Habbâb gidince Abdullah yerden bir avuç çakıl taşı alır; sinirli bir şekilde taşları elinde evirip çevirmeye başlar. Bir müddet sonra Habbâb, Hazret-i Âişe’nin;

“Ebû Hüreyre doğru söylüyor; ben de Resûlullâh’ın öyle buyurduğunu işittim.” dediğini haber verir.

Bu sefer, vaktinde değerlendiremediği sevap fırsatlarına hayıflanan Abdullah bin Ömer, elindeki taşları yere fırlatır ve:

“–Desene biz çok kırat kaçırdık!” diye teessürünü ifâde eder. (Müslim, Cenâiz, 56)

Burada vaad edilen sevâbın miktar ve ölçüsü, -Allâhu a‘lem- kesin bir sınır tâyin etmekten ziyâde, cenâze teşyîinin fazîletini beyân etmek için olmalıdır. Zira Cenâb-ı Hak, yapılan amellere, kalplerdeki niyet ve samimiyetin seviyesine göre ecir lûtfeder.

 “Cenâze namazı kıldığınız zaman, ölen kimseye ihlâsla duâ ediniz!”[19] buyuran Allah Resûlü Efendimiz, bu hususta da ümmetine en güzel bir örnek teşkil etmiştir. O’nun cenâzelerde yaptığı duâlara dâir birkaç misal zikredecek olursak:

Ebû Abdurrahman Avf bin Mâlik naklediyor:

Resûlullah bir cenâze namazı kıldı. O’nun şöyle duâ ettiğini duydum ve ezberledim:

«Allâh’ım! Onu bağışla, ona rahmet et, onu azap ve sıkıntılardan koru, kusurlarını affet! Cennet’ten nasîbini ihsân et! Gireceği yeri (kabrini) genişlet!

Onu suyla, karla ve buzla yıka! Beyaz giysileri kirden (ve pisten) temizler gibi onu günahlarından arındır!..

Onu Cennet’e koy, kabir ve Cehennem azâbından koru!»” (Müslim, Cenâiz, 85)

  • Cenaze Namazlarında Okunacak Dualar

Ebû Hüreyre, Resûlullah Efendimiz’in cenâze namazlarında şöyle duâ ettiğini nakletmiştir:

“Allâh’ım! Dirilerimizi ve ölülerimizi, küçüklerimizi ve büyüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı, burada bulunanlarımızı ve bulunmayanlarımızı bağışla!

Allâh’ım! Bizden hayatta bırakacaklarını İslâm üzere yaşat. Öldüreceklerini îmân ile öldür.

Bizi bu cenâzede bulunmanın sevâbından mahrum etme ve ondan sonra bizi fitneye düşürme!” (Tirmizî, Cenâiz, 38)

“Allâh’ım! Bu cenâzenin Rabbi Sen’sin, onu Sen yarattın, İslâm’a Sen hidâyet ettin. Şimdi onun rûhunu da Sen aldın. Onun gizlisini-açığını en iyi Sen bilirsin. Biz Sen’in huzûruna, ona şefaatçi olarak geldik; onu bağışla!” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 56)

İbn-i Abbâs anlatıyor:

Resûlullah Efendimiz, geceleyin bir kabre girdiler. Kendisine bir kandil yakılmıştı. Uzanmış vaziyetteki cenâzeyi kıble cihetinden aldılar ve ona:

«Muhakkak ki sen çok duâ eden ve çok Kur’ân okuyan bir kimseydin. Allah sana rahmetini bol kılsın!» diye duâ ettiler. Sonra da üzerine dört tekbir getirdiler.” (Tirmizî, Cenâiz, 62/1057)

Cenâb-ı Hak da mü’minlerin, geçmişleri için şöyle duâ ettiklerini haber vermektedir:

“…Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeş­lerimizi bağışla; kalplerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırak­ma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (el-Haşr, 10)

Vefât eden kimselerin geride kalanlardan bekledikleri en mühim şeylerden biri de kendileri için “istiğfar” edilmesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz, bir cenâze defnedildiğinde, kabirdeki sorgu-suâlinin kolay olması arzusuyla meyyit için istiğfar edilmesini tavsiye buyurmuşlardır.[20]

Yine Allah Resûlü Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehitlerini sık sık ziyaret ederlerdi. Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in ifâdesine göre; Efendimiz kendisinin yanında kaldığı her gecenin son kısmında Bakî Kabristanı’na gider, oradakilere selâm verip duâ ederdi.[21]

Hattâ bir gece Hazret-i Cebrâil (a.s.) Peygamber Efendimiz’e gelmiş ve;

“Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hemen bu emre uyarak Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)

Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“İn­san öl­dü­ğü za­man bü­tün amel­le­ri ke­si­lir. An­cak şu üç şey bun­dan müstesnâdır: Sa­da­ka-i câ­ri­ye, is­ti­fâ­de edi­len ilim ve ken­di­si­ne duâ eden ha­yır­lı ev­lât.” (Müs­lim, Va­sıy­yet, 14)

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise Allah Resûlü Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul:

«−Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?» diye sorar.

Cenâb-ı Hak da ona:

«−(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, duâ etti.» buyurur.” (İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509)

Dünyada, evlâtlar büyürken anne-babalarına muhtaçtır. Fakat hayatlarının son kısımlarında anne-babalar, evlâtlarına muhtaçtır. Vefatlarından sonra da anne-babalar, yine evlâtlarının hayır-duâlarına, kendileri için birer sadaka-i câriye olmalarına muhtaçtır.

Hadîs-i şerîfte de ifâde buyrulduğu üzere sâlih evlâtlar, vefât eden anne-babaları ve geçmişleri için bir sadaka-i câriye ve rahmet vesîlesi olurlar. Fakat bunun aksine, dînî terbiyeleri ihmâl edilen evlâtlar ise anne-babaları için -Allah korusun- bir seyyie-i câriye (yani devam edip giden bir günah) sebebi hâline gelirler. Böyle anne-babalar, -çok muhtaç oldukları hâlde- kabirlerinde ziyaretçisiz ve yapayalnız kalırlar.

Üstelik bir de;

“‒Aman canım ne olacak, o daha küçük, zamanla düzelir…” denilerek kendi hâline bırakılan, Kur’ân ve Sünnet çizgisinde yetiştirilmeyen o evlâtlar, kıyâmet günü anne-babalarından dâvâcı olacak ve:

“‒Annem-babam beni ihmâl etti, iyi bir müslüman evlâdı olarak yetiştirmedi…” diye şikâyet edeceklerdir.

Unutmayalım ki çocuklar, Cennetʼe lâyık bir sâfiyetle dünyaya gelirler. Fakat anne-babalar kendilerine ilâhî bir emânet olan çocuklarının mânevî terbiyelerini ihmâl ederlerse, o Cennet kuşlarını -Allah korusun- yanlış yerlere uçururlar! Dolayısıyla, Kur’ân ve Sünnet’in engin mânâ kevserinden tatmadıkları için evlâtlarına da tattıramayan anne-babalar, büyük bir âhiret vebâliyle karşı karşıyadırlar.

Bu dünyada anne-baba, evlâtlar, eş-dost, akraba, herkes bir arada yaşıyor. Fakat âhirette bir “yevmüʼl-fasl” yani bir “ayrılık günü” olacak. Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde o büyük yol ayrımını haber veriyor. Cennet ehline;

“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyuruyor. Râzı olduğu kullarını, büyük bir ikram ve iltifatla Cennetʼine dâvet edeceğini bildiriyor. Fakat aynı sülâleden de gelse, aynı toplumdan da olsa mücrimlere ise Cenâb-ı Hak;

“Ey mücrimler! Ayrılın bugün!” (Yâsîn, 59) buyuracak. Dünyadaki beraberlik, orada son bulacak. Mücrimlere Cehennem istikâmeti gösterilecek.

Orada belki nice karı-koca birbirinden ayrı düşecek. Nice evlâtla anne-baba, farklı yolların yolcusu olacak. Dünyada bir arada yaşayan, fakat gönül ibreleri farklı kıblelere bakan hısım-akrabanın, konu-komşunun bir kısmı bir tarafa gidecek, bir kısmı diğer bir tarafa savrulacak. Dehşetli bir ayrılık günü vukū bulacak!..

İşte o gün mahzun olmamak için, bugün hem kendi istikâmetimize dikkat etmeli, hem de bilhassa ciğerpârelerimiz olan evlâtlarımızı Allâhʼın birer emâneti bilip küçük yaşlarından itibaren mânevî terbiyeleriyle güzelce alâkadar olmalıyız.

En merhametli anne-baba; evlâdını Kur’ân ve Sünnet terbiyesiyle, asıl istikbâl olan âhirete hazırlayan anne-babadır. İnsanın, evlâdına bırakabileceği en kıymetli mîras, güzel bir İslâm şahsiyet ve karakteridir.

Çocuklara ve gençlere gösterilecek şefkat ve merhamet, hayatı sadece bu dünyadan ibaretmiş gibi görerek onların karınlarını doyurup güzel elbiseler giydirmek, nefislerini eğlendirmek, ten rahatlarını temin etmek değildir. Bilâkis asıl şefkat ve merhamet, onların evvelâ ruhlarını doyurmaktır. Böylece ebedî istikbâllerini bir azap faslı olmaktan kurtarıp sonsuz bir saâdet baharı kılacak mânevî değerleri geç kalmadan şahsiyetlerine kazandırmaktır.

Bu itibarla, Allâhʼa ve âhirete îmân eden merhametli bir anne-baba, evlâtlarının dünya ile âhiret saâdeti karşı karşıya geldiğinde, hiç tereddüt etmeden dünyayı elinin tersiyle iter ve âhireti tercih eder. Deryayı bırakıp damlanın tâlibi olma ahmaklığına düşmez.

“–Evlâtlarım bu dünyada tıka basa doysun da, isterse âhirette zehir-zıkkım yesin!” diyemez.

“–Bugün dünyevî istikbâli parlak olsun da, varsın âhirette yüzü karalardan olsun!” diyemez...

Günümüzde ise evlâtların iyi bir istikbâli olsun diye dünyevî tahsillerine büyük bir ehemmiyet verilip bu yolda gereken “vakit, nakit ve emek” fazlasıyla sarf edilirken, onların ebedî saâdetini temine medâr olacak dînî tahsillerine ise -maalesef- lüzûmu kadar ehemmiyet verilmiyor. Dünyevî diplomalar yanında, uhrevî diplomalara dikkat edilmiyor. Çocukları yaz tatilinde bir-iki aylığına kalabalık bir câmiye göndermek, kâfî zannediliyor. Hâlbuki dînî tahsili bu kadar basit görmek, kalpteki îman zaafının acı bir göstergesidir.

O hâlde bugün bilhassa mütedeyyin anne-babalar, başlarını iki ellerinin arasına alıp düşünmelidir:

  • İstikbâli veren kim? Gerçek istikbâl dünyada mı, âhirette mi?..
  • Acaba evlâtlarımızın güzel bir eğitim alıp şu fânî hayat çarşısında iyi bir noktaya gelmesini arzu ettiğimiz kadar, ebediyet yurdu âhirette de güzel bir makâma ermelerini arzu ediyor muyuz?
  • Evlâtlarımız gerçekten bizim evlâdımız olarak mı yetişiyor? Onların şahsiyet ve karakterini hangi çevreler şekillendiriyor? Onların gönüllerinde, ideallerinde, hedeflerinde hangi modeller, hangi şahsiyetler var? Çocuklarımız mı televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonlarını kullanıyor; yoksa bu cihazlar mı evlâtlarımıza kumanda ediyor?!.
  • Elbette her anne-baba, yavrusunu en güzel kıyafetler içinde görmek ister. Fakat âhiret inancına sahip bir ebeveyn, evlâdını öbür âlemde Cennet ipeğinden atlas kaftanların mı, yoksa Cehennemʼin yalaz yalaz ateşinin mi saracağı endişesiyle daha fazla meşgul olur. Bu yüzden yavrularına tesettür hassâsiyeti kazandırabilmek için, daha küçük yaşlarından itibâren onları Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı ölçüler içinde giyinmeye alıştırır. Peki bizler, yavrularımızın toplum içine çıkarken, fânîler tarafından garipsenmemesi için giyim-kuşamlarına gösterdiğimiz îtinâ ve dikkati, acaba ilâhî huzûra çıkacağı gündeki vaziyetleri için de sergileyebiliyor muyuz?
  • Evlâtlarımızın zâhirî görünüşünü güzelleştirmek için gösterdiğimiz gayretler mi, yoksa gönül dünyalarının Kur’ân ve Sünnet ikliminde yeşermesi için sergilediğimiz gayret ve fedakârlıklar mı daha ön plânda?

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın kullarında değer verdiği asıl husûsiyet, âyet-i kerîmede şöyle bildiriliyor:

“…Muhakkak ki Allah katında en keremliniz (değerli olanınız), en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Hiç şüphesiz ki Allah Teâlâ, sizin bedenlerinize ve sûretlerinize bakmaz; ancak kalplerinize nazar eder.” (Müslim, Birr, 33)

Yani ebediyet yolculuğumuzda bize ve evlâtlarımıza fayda sağlayacak olan, ne bedenî güç-kuvvettir ne de zâhirî güzelliktir; ancak îman, takvâ ve sâlih amellerdir...

Velhâsıl, yarın ıssız bir kabirde ağır bir nedâmetle yapayalnız kalmamak ve evlâtlarımızın duâ ve istiğfârına nâil olabilmek için, bugün fırsat elde iken yavrularımızı Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle yetiştirmeye gayret etmeliyiz. Evlâtlarımızın terbiyesiyle yakından alâkadar olmalı, onların tertemiz yüreklerine Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’ân ve Sünnet kültürünü aşılamalıyız. Mârifetin iltifâta tâbî olduğu gerçeğinden hareketle, yavrularımızda mânevî güzelliklerin neşv ü nemâ bulması için, onları hediye ve iltifatlarla teşvik etmeliyiz.

İmam Mâlik Hazretleri der ki:

“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile, hadis ezberlemek, bende bir lezzet hâline geldi.”

Unutmayalım ki, evlâtlarımızın gönül toprağına hangi tohumları ekersek, onların mahsulünü biçeriz. Yani ne verebilirsek, onu bekleyebiliriz…

5- SADAKA VE İNFAK

Duâ ve istiğfardan sonra ölüye en çok fayda sağlayan şey, onun adına tasadduk ve infakta bulunmaktır.

Abdurrahman bin Ebî Amra’nın anlattığına göre annesi, bir köle âzâd etmek istemişti. Ancak bunu sabaha tehir etmiş ve sabaha çıkamadan da vefât etmişti. Abdurrahman, Kâsım bin Muhammed’e:

“–Ben annemin yerine bir köle âzâd etsem, anneme faydası olur mu (sevâbı ulaşır mı)?” diye sorunca, o da şu cevâbı vermiştir:

“–Sa‘d bin Ubâde, Resûlullah’a gelip:

«–Annem vefât etti, ben onun adına bir köle âzâd etsem ona faydası olur mu?» diye sormuştu. Allah Resûlü de; «–Evet!» buyurmuşlardı.” (Muvatta, Itk, 13; Bkz. Bu­hâ­rî, Ve­sâ­yâ, 15)

Hazret-i Ebûbekir’in oğlu Abdurrahman, uyku esnâsında âniden vefât etmişti. Hazret-i Âişe Vâlidemiz, bu kardeşinin hayrına pek çok köle âzâd etti. (Muvatta, Itk, 14)

Bütün bu ha­dîs-i şe­rîf­ler, vefât et­miş mü’min­le­rin, ha­yat­ta olan ya­kın­la­rı­nın ve mü’min kar­deş­le­ri­nin duâ, sadaka ve in­fak­la­rın­dan is­ti­fâ­de edecek­le­ri­ni bildirerek on­la­rı bu ha­yır­la­ra teş­vik et­mek­te­dir.

İbn-i Abbâs anlatıyor:

“Bir kimse Resûlullah’a gelerek:

«–Yâ Resûlâllah! Annem vefât etti, üzerinde de bir aylık oruç borcu var, onun adına borcunu ödeyeyim mi?» dedi.

Resûlullah:

«–Annenin üzerinde mal borcu olsaydı onun adına ödemez miydin?» diye sordular.

«–Evet, öderdim!» deyince de, Efendimiz:

«–Allâh’a olan borç, ödenmeye daha lâyıktır!»” buyurdular. (Müslim, Sıyâm, 155)

Her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlıların tutamadıkları farz oruçları için sağlıklarında fidye ödemeleri veya fidyenin ödenmesini vasiyet etmeleri şarttır. Böyle bir vasiyetin mevcûdiyeti ve terekenin üçte birinin de yeterli olması hâlinde mîrasçıların bu fidyeyi ödemeleri, dînî bir vecîbedir. Vasiyeti yoksa veya terekenin üçte biri vasiyet için yeterli değilse, mîrasçıların teberrû kabîlinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir.

Yolculuk, hastalık, gebelik, süt emzirme, ileri derecede açlık ve meşakkat gibi mazeretler de oruç tutmamaya veya başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat teşkil etse de, tutulamayan bu oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz. Mazeret hâli ortadan kalkınca bunların kazâ edilmesi gerekir. Bu kimseler şayet kazâ edemeden ölmüşse, mîrasçıların aynı şekilde bu oruçlar için fidye vermesi, İslâm âlimlerince câiz, hattâ mendup (tavsiye edilen) bir davranış olarak görülmüştür.

Sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da etmemiş kimse adına dahî vefâtından sonra fidye verilebileceği, bu fidyenin, ölenin oruç borcunu iskāt[22] etmesinin muhtemel olduğu söylenmiştir. Âlimler bu hususta ihtilâf edip tartışmışlardır.

Îfâ edilemeyen ibadetler için mükellefin vefâtından sonra fidye ödenmesinin cevâzı ve borcu düşürücü olup olmadığı tartışması, bedenî ibadet olmaları sebebiyle “namaz ve oruç” üzerinde temerküz eder. Mükellefin sağlığında îfâ etmediği “kurban, adak, kefâret, zekât” gibi malî ibadetlerin, vefâtından sonra vasiyetine bağlı olarak veya mîrasçılar tarafından kendi arzularıyla mâlî ödeme şeklinde telâfi edilmesi, daha mâkul görünmektedir. Zira hem borçla îfâsı arasında cins birliği mevcuttur, hem de bu tür ibadetlere üçüncü şahısların hakları taalluk etmiştir. Mâlî ibadetlerde niyâbet, yani vekillik de kâide olarak câizdir.

Bu görüşlerin temelinde ise herhangi bir şer’î delilden ziyade; ümit, ihtiyat ve temennîye dayalı bir iyimserlik bulunmaktadır.

6- KUR’ÂN OKUMAK

Kur’ân-ı Kerîm okuyup sevâbını vefât eden kimselere bağışlamak da onlar adına yapılan iyilik ve hayır cümlesindendir.

Kur’ân tilâveti sebebiyle hâsıl olacak ilâhî rahmetten mevtânın da istifâdesi için bilhassa Yâsîn-i Şerîf okunması, herkesin bildiği ve tatbik ettiği bir usûldür. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, Müsned, V, 26)

Yine Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden biri vefât ettiğinde onu fazla bekletmeyin! Onu serî bir şekilde kabrine götürün! Kabrinin baş ucunda Fâtiha Sûresi ve ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin sonu (Âmene’r-Resûlü) okunsun!” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, XII, 340; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 44; Deylemî, Müsned, I, 284)

Alâ bin el-Leclâc, sahâbe-i kirâmdan olan babası Leclâc’ın, vefâtı esnâsında kendilerine şu vasiyette bulunduğunu rivâyet etmiştir:

“Beni kabre koyduğunuz zaman;

بِسْمِ اللّٰهِ وَعَلٰى سُنَّةِ رَسُولِ اللّٰهِ : Allâh’ın adıyla ve Resûlullah’ın sünneti üzere (seni Hakk’a emanet diyoruz) deyiniz ve üzerime toprak atınız. Ba­ş ucumda Bakara Sûresi’nin evvelini ve son kısmını okuyunuz. Şüphesiz ben, Abdullah bin Ömer’in bu uygulamayı güzel gördüğüne şahit olmuştum.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IV, 56)

Yine Alâ bin el-Lec­lâc’ın oğlu Abdurrahman da şöyle der:

“Babam bana şöyle dedi:

«–Yavrucuğum! Öldüğümde bana lâhit türü bir kabir kaz! Beni kabrime koyduğun za­man;

بِسْمِ اللّٰهِ وَعَلٰى مِلَّةِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : Allâh’ın adıyla ve Resûlullah’ın dîni üzere (seni Hakk’a emanet diyoruz) de! Sonra üzerime kürek kürek toprak at!­ Sonra baş ucumda Bakara Sûresi’nin başını ve sonunu oku! Ben Resûlullah Efendimiz’in böyle buyurduklarını işittim.” (Heysemî, III, 44)

Sahâbe-i kirâmdan Amr bin Âs’ın vefâtı esnâsında vasiyet olarak etrafındakilere söylediği şu sözler de câlib-i dikkattir:

“Beni kabrime defnettiğiniz zaman, bir deve kesip etini parçalayacak kadar mezarımın başında bekleyin ki, sizin varlığınızla yeni hayatıma alışma imkânı bulayım ve Rabbimin elçilerine vereceğim cevapları hazırlayayım.” (Müslim, Îman, 192)

Bu rivâyeti kitabında zikreden İmâm Nevevî, İmâm Şâfiî Hazretlerinin şu sözlerini nakletmiştir:

“Mezarın başında Kur’ân’dan âyet ve sûreler okumak müstehabdır. Kur’ân’ın tamamının okunması (hatmedilmesi) ise, daha güzeldir.”[23]

Bir hadîs-i şerîfte zikredildiği üzere Resûlullah Efendimiz, Sa‘d bin Muâz vefât ettiğinde onun cenâze namazını kılıp onu kabrine koyduktan ve üzerini toprakla örttükten sonra uzun müddet ashâbıyla birlikte tesbihatta bulunmuş, tekbir getirmiştir.[24]

Tâbiîn neslinin büyük hadis âlimlerinden İmâm Şa‘bî Hazretleri şöyle der:

“Yakınlarından biri vefât ettiğinde Ensâr, sık sık onun kabrini ziyaret eder, yanında Kur’ân okurlardı.”[25]

Yine İmâm Şa‘bî Hazretleri şöyle der:

“Ensâr, meyyitin yanında Bakara Sûresi’ni okurlardı.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 445/10848)

Tâbiînden Câbir bin Zeyd, meyyitin yanında Raʻd Sûresi’ni okurdu. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 445/10852)

Bütün bu rivâyetlerden anlaşılacağı üzere kabirleri ziyaret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır-hasenât yapıp Kur’ân tilâvet etmek, hem diriler hem de ölüler için bir rahmet vesîlesidir.

Hazret-i Peygamber ve ashâb-ı kirâmın kabir ziyaretiyle ilgili sözleri ve tatbikât­ı, bu hususta ifrat ve tefrite düşmeden nasıl davranılması gerektiğini bizlere açıkça göstermektedir.

7- TÂZİYEDE BULUNMAK

Bir yakını vefât eden veya herhangi bir musîbete uğrayan kimselere tâziyede bulunmak, yani onları tesellî ederek sabır telkin etmek de mühim bir ictimâî hizmettir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Bir musîbeti sebebiyle din kardeşine tâziyede bulunan mü’mine, Allah Teâlâ kıyâmet günü kerem elbiselerinden giydirir (şeref bahşeder).” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 56)

Âciz yaratılan insanoğlu, belâ ve musîbetler karşısında desteğe ve tesellîye muhtaçtır. Dolayısıyla cenâze teşyîi ve tâziye gibi hususlar, çok mühim birer İslâmî ve insânî vazifedir. Bunları ihmâl etmek, bir mü’min için büyük bir vebal ve noksanlık sebebidir.

Ayrıca unutmayalım ki bugün bir kardeşimize çok gördüğümüz ufak bir ziyaret ve tesellîye, yarın kendimiz muhtaç duruma düşebiliriz. Bu sebeple, ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda çevremizde tutunacak bir dal bulmak istiyorsak, bugün din kardeşlerimizin acısını paylaşmaya ve her türlü dertlerine derman olmaya gayret etmeliyiz. Zira gerçek bir din kardeşliği, kardeşinin saâdetini paylaşmak kadar, derdini paylaşmaya da gönüllü olmayı gerekli kılar.

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Hucurât, 10.

[2] Techîz: Vefât eden kimse için genel olarak yapılması gereken hazırlıklar.

Tekfîn: Vefât eden kimsenin kefenlenmesi.

Teşyî: Vefât etmiş kimsenin tabuta konulup musallâya, yani cenâze namazının kılınacağı yere ve namazdan sonra da kabristana taşınması.

[3] Farz-ı kifâye: Bir veya yeterli sayıda kişi tarafından yerine getirilmesi ile başkaları üzerinden sorumluluğu kalkan farz.

[4] Müstehab: Yapılması dînen emredilmediği hâlde makbul sayılan şeyler. İşleyen sevap kazanır, işlemeyen günaha girmez.

[5] Cenâze namazını ikinci defa kılmak, Hanefîlere ve Mâlikîlere göre mekruhtur. Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre ise cenâzeye yetişemeyenin, definden sonra bile olsa, ayrıca cenâze namazı kılması câizdir; hattâ Şâfiîlere göre bu, sünnettir.

[6] İbn-i Sa‘d, Tabakāt, I, 144; Belâzurî, Ensâb, I, 451.

[7] İbn-i Abdilberr, İstiâb, I, 59; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 51; Kastalânî, Mevâhibü’l-Ledünniyye, I, 259.

[8] Hadîs-i şerîfin tam metni için bkz. sf. 131.

[9] Bkz. Müslim, Cenâiz 94; Ebû Dâvûd, Cenâiz 76; Tirmizî, Cenâiz 58.

[10] Ebû Dâvûd, Cenâiz 19-20; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned V, 26, 27; İbn-i Hibbân, Sahih, V, 3.

[11] Bkz. Müslim, İmâre, 119, 120; Nesâî, Büyû, 98; Ahmed, V, 289.

[12] Tirmizî, Cenâiz, 69/1069; Nesâî, Cenâiz, 67.

[13] Buhârî, Nefekāt, 15; Müslim, Ferâiz, 14.

[14] el-Ahzâb, 6.

[15] Bundan dolayı, borcunu ödemek istediği hâlde mal bırakamayan kimsenin borcunu, devlet başkanının beytülmâlden/devlet hazinesinden ödemesi îcâb eder.

[16] Bkz. Müslim, Cenâiz, 58.

[17] Bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 39/3166; Tirmizî, Cenâiz, 40.

[18] Kırat: Kıymetli taşların tartılmasında kullanılan iki desigramlık ölçü. Dirhemin on altıda biri.

[19] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 54-56/3199.

[20] Hadîs-i şerîfin tam metni için bkz. sf. 123.

[21] Bkz. Müslim, Cenâiz, 102.

[22] İskāt: Namaz, oruç, kurban, adak, kefâret gibi ibadet ve borçları îfâ etmeden vefât etmiş bir kimseyi bu borçlardan kurtarmak için fukaraya nakdî bedellerini vermeye denir. (Hayrettin Karaman, Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, s. 81-85)

[23] Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, Beyrut, ts., s. 293.

[24] Hadîs-i şerîfin tam metni için bkz. sf. 132.

[25] Ebû Bekir bin Hallâl, el-Kırâe ınde’l-Kubûr, Beyrut 1424, s. 89, no: 7.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları