Nikahtaki İlahi Kanun

Aile Hayatımız

Nikâh, peygamberlerin yolu, Rasûlullah’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insan soyunun hayvanlardan imtiyâzı, yani üstünlüğüdür.

Nikâhın iki erkek şâhitle gerçekleşmesi, kadın-erkek beraberliğinin içtimâîleşmekte (sosyalleşmekte) temel bir unsur olması sebebiyle herkese duyurmak içindir. Çünkü o beraberliğin başkalarınca da bilinmesine ihtiyaç vardır. Herhangi bir niyetin ortaya konması, her zaman şâhitlere muhtaç değildir. Ancak evlilikte şâhitlerin şart koşulması, nikâh akdinin cemiyetin bütününe yönelik bir kabullenişi gerçekleştirmek içindir. Çünkü bekâr olarak bilinen kız veya erkeğe her zaman yeni talepler olması mümkündür. Fakat nikâh akdi ile îlan edilmiş ve duyurulmuş bir evlilikten sonra artık o kıza ve erkeğe muhtemel talepler bitirilmiş, böylece eşleri sadece birbirine ait kılan sıhhatli bir âile yuvasının temeli atılmış olur.

NİKAHTA İKİ ŞAHİT NİYE YETMİYOR?

Bunun için bir bakıma iki şâhitle yetinilmez de düğün-dernek yapılarak bütün bir toplum nikâh akdine şâhit hâle getirilir. Dolayısıyla düğünler, huzurlu bir yuva kurmanın memnuniyetini paylaşmakla beraber aynı zamanda nikâh akdini herkese îlan edip duyurmak maksadından doğmuştur.

Hâsılı bütün özellikleriyle nikâh, insan yaratılışındaki üstün yapı ve haysiyeti korumak yönünde bize emredilmiş ilâhî bir kanundur. Dolayısıyla İslâm’a göre nikâh; nesil yetiştirmek, evlât terbiyesi, âilenin muhafazası, insanlık haysiyetinin korunması bakımından muazzam ve vazgeçilmez bir âile temelidir.

İslâm bu temele öylesine ehemmiyet verir ki, ona suikastta bulunan çürük ve sefil münasebetleri tamamen reddeder. Bu itibarla nikâh dışı rezaletlerin en kötüsü olan “zina” fiilini, en ağır bir haram olarak yasaklar. Zira o çirkin hâl; nikâhın zarâfetine, güzelliğine ve meşrûiyetine çılgınca bir saldırış; bir nesli yok edici en acımasız bir cinayettir. Nikâh gibi bir saâdet ve huzur dünyasını, fuhşun murdarlığına değiştirmek kadar ahmaklık ve cehâlet olamaz.

Fazîletli bir millet ve memleketin sokakları rezalet manzaralarına tahsis edilemez. Meydanlar ahlâksızlığın harman olduğu yerler değildir.

Unutulmamalı ki, bir milleti ayakta tutan en temel unsur, dînî ve ahlâkî yapıdır. Bu ahlâkî yapıyı oluşturup korumakta en tesirli yol da, nikâhtır. Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, onun zorlaştırılmaması hususunda ümmetini îkaz ederek: “Nikâhın hayırlısı, külfetsiz olanıdır.” (Ebû Dâvud, Nikâh, 32) buyururlar.

Dolayısıyla nikâha külfet, yani fazladan zorluk ve yük getiren başlık parası, süt hakkı, yüz görümlülüğü ve benzeri âdetler, tamamen bâtıl uygulamalardır ki, bunların hepsi câhiliye devri kalıntılarıdır.

AİLE HAYATINDA CENNET HUZURU BULMAK

Cenâb-ı Hak, kulunun iffetli ve huzurlu yaşamasını arzu eder. İffeti en güzel temin eden şey evliliktir. Cemiyet içerisinde evlenmeye gücü yetenlerin evlenmesi gerektiği gibi, evlenmeye gücü yetmeyenlerin de evlendirilmesi İslâm toplumuna yüklenmiş ilâhî bir vazifedir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Aranızdaki bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden müsait olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (Nûr Sûresi, 32)

Osmanlılarda, bu hayırlı hizmet için hususî vakıflar kurulmuştur. Çünkü toplumun düzen ve ahlâkı, fertlerin iffetli ve huzurlu yaşamasına bağlıdır.

Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:

“En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zira onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten vesîle olana da bir ecir vardır.”

Çünkü Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Hazret-i Havvâ vâlidemizle cennette başlayan âile hayatı, Allah’ın takdîr ettiği izdivaç kanunu ile Âdemoğullarına intikâl etmiş, İslâm dîni ile ebedîleşmiştir. Gerçekten İslâm dîni, koyduğu kâidelerle âile hayatına cennet huzûru ve dâimî bir baharın rahmet semâsı olmuştur. Bu saâdete nâil olabilmek için, nikâh ve izdivaç kanunu ile birer Âdem ve Havvâ manzarası sergilemek, onlar gibi Allah muhabbeti ve takvâ yolunda kaynaşmak ve âdeta tek can ve tek nabız hâline gelebilmek zarûrîdir.

Nikâh ile iki yabancı kişinin hayret verici şekilde kaynaşmasında, akılları dehşet içinde bırakacak ince dersler ve hikmetler gizlidir. Ana-baba ocağından ayrılan iki yabancı gencin, Allah’ın, aralarına lütfettiği muhabbet ve merhametle birbirlerine gönüllerini bağlaması, hattâ ayrıldıkları ana-baba yuvasını gölgede bırakacak samimî bir sıcaklık ve câzibe içinde yaşamaları, ne ulvî bir hikmet tecellîsidir. Üzerinde derin derin tefekkür edilecek ne kudsî bir derstir.

NİKAHIN NURU

Cenâb-ı Hak, nikâhı ümmet-i Muhammed üzerine bereket vesîlesi kılmış; kitap ve sünnet gölgesi altındaki bir izdivacı hayatın dünyada saâdet cenneti kılmıştır.

İnsanlığa vakarlı ve şerefli bir hayat yaşatmak isteyen İslâm dini, kadına en yüksek değeri vermiş ve onun ihmalinden doğacak zararlara işaret etmiştir.

Kadın, âilenin saâdet ve huzur tavanına asılmış billur bir kandil gibidir. Nikâhın feyz ve nuru ile toplumu aydınlatır. Âilenin iffet ve nâmusunu korur.

Günah girdabı ve erozyonlarına karşı âilenin tabir yerindeyse bir paratoneri olmalıdır. Aksi hâlde nesiller zâyî olur, insan enkazı hâline gelir. Neslin zâyî olması ise akrabalığın ilgâ ve iptaline ve bu da nihayet toplumun çöküşüne kadar gider. Bu takdirde fitne, akrepleşir. Zarif ve ince duygular biter. Rezalet ve huzursuzluklar tuğyân eder. Bunlar da bir toplum için batış alâmetleri ve felâket alarmlarıdır.

Kadınların saâdeti, hanımefendi olarak yaşamalarıyla mümkündür. Kadın, aslî vazifesinin dışına yönelir ise âile ocağını kurutur. Kadının dış hayata katılması, ancak zarûrî sebeplerle ve yaratılışına uygun işler için mümkün olabilir. Bu zarûrî sebepler de objektif (âfâkî) şekilde değerlendirilmelidir. Yani cemiyetin ihtiyaçları ölçüsünce belirlenmeli, mâkul ve meşrû sınırlar aşılmamalıdır. Birtakım boş heves ve mazeretlerle çiğnenen sınırlar, sadece kendimizi aldatmaca ve kandırmacadır ki, neticeleri hep hüsrana çıkmıştır. Nice hanım kızlarımız, bu şekilde âhir zamanın gaflet girdâbında kaybolup gitmiştir. Rezaletin üstüne örtülmüş yaldızlara kanan nice gözler, ilâhî hakîkatlere âmâ olmuş ve kendi saâdetine kıymıştır.

AİLEDEKİ SAADET İÇİN YEGANE UNSUR: MUHABBET, SAMİMİYET, ŞEFKAT

Bilinmelidir ki, İslâm nazarında hanımlar, nikâhın billur âvizesi içinde parıl parıl ışık saçan birer hayat iksiridir. Kadının, ahlâkî, içtimâî ve millî hüviyet ve ihtişamı, ancak nikâhın ruhâniyeti içinde yaşamasındadır. Kadın, nikâhla kurulan yuva sayesinde yepyeni bir dünyaya girer. Belki daha önce hiç tanımadığı, tamamen meçhulü olan bir bey ve onun âile efradıyla bir arada yaşamaya başlar. Ancak Allah’ın evliliğe lütfettiği ayrı bir hususiyet vardır ki, nikâh sayesinde bir araya gelen çift, daha önce iki yabancı insan iken bir anda dünyanın birbirine en yakın iki insanı olurlar. Kurdukları yuva da, çoğu kere ayrıldıkları baba ocağından daha sıcak gelmeye başlar. Nitekim Rabbimiz:

“Onun varlığının ve birliğinin delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki, bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.” (Rum, 21) buyurmaktadır.

Öyleyse âiledeki saâdet için yegâne hâkim unsur, eşler arasındaki muhabbet, samîmiyet ve şefkat olmalıdır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Huzurlu Aile Yuvası, Erkam Yayınları