Nefsimize Karşı Yapabileceğimiz Tek Şey!

Cemiyet Hayatımız

Hak dostu ârif kullar, nefislerine karşı dâimâ teyakkuz hâlinde bulunmuş, en ufak bir gurur, kibir ve enâniyet durumunda derhâl kendi nefislerine haddini bildirmişlerdir.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur: “Kibirli kişi, aslâ mârifetin kokusunu koklayamaz. Bunun için on sekiz bin âlemde kendi nefsinden daha kötü bir nefs görmemelidir.” [1]

Kibir, kökü Cehennemʼde bulunan çirkin bir huydur. Hakkʼa kulluğun fârik vasfı olan tevâzuun zıddıdır. Tevhîd akîdesi gibi, Cenâb-ı Hakkʼın kibriyâ sıfatının da, yani büyüklük ve ululuk vasfının da, aslâ ortaklığa tahammülü yoktur. Kibir ise, bütün nîmet veya muvaffakıyetleri lûtfeden Allâhʼa ortaklık alâmetidir. Zira nîmeti Allahʼtan bilmek yerine, kendine izâfe etme ve nefsine pay çıkarma gafletidir.

Kârun, Allah Teâlâ’nın kendisine birçok ihsanda bulunduğu, zühd ve takvâ sahibi bir kul idi. Üstelik Tevrât’ı en iyi tefsir eden kimseydi. Cenâb-ı Hak ona bir imtihan olarak büyük hazineler verdi. Kârun, bu ilâhî ihsanlar için şükredeceği yerde, gurur, kibir ve enâniyete kapılarak servetini âdeta put hâline getirdi. Öyle ki Mûsâ -aleyhisselam-, Kârun’a zekâtının hesabını bildirince o:

“–Bunları ben kendi ilmimle kazandım!” diye büyüklenerek îtiraz etti. Neticede, dayanıp güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömülerek, zelil bir hâlde helâk edildi.

Ebrehe de, o zamanın tankları sayılan fillerle Kâbeʼyi yıkmak için yola çıkmıştı. Cenâb-ı Hak Ebâbil kuşlarını gönderdi. Bu küçük kuşlar vâsıtasıyla, o koca fil ordusunu helâk etti. Lâkin Ebreheʼyi bir ibret olsun diye orada öldürmedi. Onu, gurur ve kibirle çıktığı yurduna zelil hâlde geri döndürdü ve orada helâk etti.

Bunun içindir ki Hak dostu ârif kullar, nefislerine karşı dâimâ teyakkuz hâlinde bulunmuş, en ufak bir gurur, kibir ve enâniyet durumunda derhâl kendi nefislerine haddini bildirmişlerdir.

HAZRETİ ÖMER, NEFSİNE KARŞI NE YAPIYORDU?

Bu hususta Hazret-i Ömer -radύyallβhu anh-ʼın şu hâli ne kadar hikmetlidir:

Ashâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit -radύyallβhu anh- anlatıyor:

“Halîfe Hazret-i Ömer’in üzerinde bir elbise gördüm; on yedi tâne yaması vardı. Ağlayarak evime döndüm. Bir müddet sonra tekrar yola çıktım. Yine Hazret-i Ömer’le karşılaştım. Omzuna bir su kırbası koymuş, insanların arasından yürüyüp gidiyordu. Ona hayretle:

«‒Ey Mü’minlerin Emîri!» dedim. Bana:

«‒Sus, konuşma! Sebebini sana daha sonra anlatacağım!» buyurdu.

Onunla birlikte yürüdüm. Yaşlı bir kadının evine girip suyu onun kaplarına boşalttı. Sonra birlikte Hazret-i Ömer’in evine döndük. Ona niçin böyle yaptığını sordum. Şöyle buyurdu:

«‒Sen gittikten sonra yanıma Rum ve Fars elçileri geldi. Bana;

“‒Allah sana hayırlar, iyilikler versin ey Ömer! Bütün insanlar senin ilmin, fazîletin ve adâletin hususunda ittifak ettiler!” dediler.

Onlar yanımdan çıkınca bana, kendimi beğenme duyguları geldi. Ben de hemen kalkıp nefsime o gördüğün şeyleri yaptım.»” (Muhibbu’t-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 380)

[1] Prof. Dr. S. Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 189.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Bâyezîd-i Bistâmî, Erkam Yayınları