Neden Aile Kurarız?

Aile Hayatımız

Günümüzde evlilikle ilgili birçok tartışmalar yapılmaktadır. Öncelikle insanlar, topluluk hâlinde yaşamaya ve aile kurmaya mecbur mudurlar? Kendi başlarına hayatlarını idâme ettirseler olmaz mı? Evlilik niçin gereklidir? Neden aile kurarız?

Nikâh peygamberlerin yolu, Rasûlullâh’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insan soyunun hayvanlardan imtiyâzıdır.

TEKLİK ALLAH’A MAHSUSTUR

Yalnızlık ve teklik Allah’a mahsustur. Çünkü o yüce Yaratıcı, bir ve tek olmayı sadece kendisine has bir keyfiyet kılmış ve bu itibarla bütün varlıkları çift olarak yaratmıştır. Dolayısıyla bütün varlıklar, bu çift olma özellikleri bakımından birbirlerine muhtaçtırlar. Aynı zamanda yaratılmış olmaları yönüyle de yapılarına göre bir noksanlık ve acziyet içindedirler. Yani “mâsivâullah” adı verilen, Allah’tan gayri bütün varlıklar; binbir türlü ihtiyaç içinde hem birbirlerine ve hem de her şeyi yoktan var eden Cenâb-ı Hakk’a ebediyyen muhtaçtırlar.

Bunlar arasında bilhassa “insan”, başkasına muhtaç olmak yönünden âdeta en başta gelir. Zira insanın ihtiyaç ve istekleri, diğer varlıklara göre çok daha fazladır. Üstelik bu ihtiyaçlar, sürekli artar ve bir türlü de bitmez. Çünkü insan, devamlı olarak maddî-mânevî rahat içinde yaşamak ister. Sıkıntı, yokluk, ıstırap, çile ve felâketler ona zor gelir. Bu anlarda bilhassa tutunacak bir el, sığınacak bir gönül arar.

"SİZİ ÇİFT ÇİFT YARATTIK"

Bu itibarla âdemoğlu, “üns” veya “ünsiyet” yani “ülfet ve dostluk” kelimelerinden türetilmiş olan “insan” kelimesiyle isimlendirilmiştir. Bu bile onun başka varlıklar ve özellikle kendi cinsinden olanlarla bir beraberliğe muhtaç bulunduğunu gösterir. Bu muhtaçlık, insanın en birinci özelliğidir ve insan, âdeta bu özelliği ile tanıtılır.

Bu gerçeğin en bâriz bir şekilde ortaya çıktığı durum, kadın-erkek beraberliğidir. Bu husus, nesillerin devamını sağlamak bakımından vazgeçilmez bir zarûret, hattâ şarttır.

Onun için bu zarûret, diğer canlılarda erkek-dişi, cansız varlıkların kimyevî terkiplerinde ise artı (+), eksi (-) sûretinde tecellî etmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyet-i kerimede bu hususa temas edilir:

“Her şeyi çift yarattık ki, düşünüp ibret alasınız.” (ez-Zâriyât, 49)

“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mâhiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ve takdis ederim.” (Yâsin, 36)

“Ve sizi çift çift yarattık.” (en-Nebe, 8)

Bu âyetlerde zikredilen çift yaratılma keyfiyeti, aynı varlıktan iki adet şeklinde değil, yukarıda zikredildiği gibi her şeyin “erkek-dişi” veyahut da “eksi-artı” olarak yaratılmasıdır. Aksi hâlde bunlardan birinin yaratılışı fuzûlî bulunur ve böyle bir gereksizlik de Cenâb-ı Hakk’ın “müteâl” yani “bütün kemâl sıfatlarının sahibi” mânâsındaki yüce sıfatına ters düşerdi. Kısacası o çift çift yaratmış, ancak her şeyiyle birbirine benzer şekilde hiçbir ikiz yaratmamıştır. Tek yumurta ikizlerinin de iç dünyalarından parmak uçlarına ve gözlerine kadar birbirinden farklı o kadar yönleri vardır ki…

MADDİ VE MANEVİ KEMÂLDE BÜTÜNLEŞME

Hâsılı Allah Teâlâ, varlıkları çift çift yaratmış ve aralarına da birbirlerine yakınlık kurmaları için cezbetme ve cezbedilme kanunu koymuştur. Böylece onların maddî ve mânevî kemâlini, birbirleriyle bütünleşmelerine bağlamıştır.

Bu hakîkat etrafında bir erkeğin kadına, bir kadının da erkeğe ihtiyaç ve temâyülü, özü itibarıyla neslin devamı içindir. Ancak tek gâye, elbette ki bu değildir. Çünkü kurulan sağlam bir âile yapısı ile fertlerin rûhî ve içtimâî huzur, sükûn ve âhengi de insanoğlunun muhtaç bulunduğu son derece mühim bir gâye ve hedeftir. Bu rûhî huzur, sükûn ve âhenge ulaşmada arzu edilen zirveye ise ancak “muhabbetullah” ile varılabilir. Yani kalbin Cenâb-ı Hakk’a aşkla yönelmesi ile… Bu, Leylâ’dan Mevlâ’ya doğru bir yolculuktur…

Yani bu yolculuk için -tabir caizse- Leylâ şarttır. Çünkü muhabbetullah ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmenin birinci merhalesini kadın-erkek arasındaki muhabbet teşkil eder. Zira muhabbet, nefsânî arzularla başlamış olsa bile onu aşmadıkça “aşk” hâline gelmez. Aşk, sevilenler üzerindeki ilâhî tecellîlerin birbirini çekmesinin adıdır.

AİLEDE MUHABBETULLAHA HAZIR HALE GELME

Bu çekim kuvvetinin merkezi olan kalpler, birbirlerine muhabbetle bağlanan eşler vesîlesiyle âdeta sevdâ antrenmanları (temrinleri) yapar ve böylece muhabbetullaha hazır hâle gelir, Allah’ı sevme kâbiliyeti kıvam kazanır. Âilenin tabiî meyvesi olan evlât ile bu kâbiliyet daha da olgunlaşır, liyâkate döner.

İşte bu liyâkat ile muhabbetullahın gönülleri kuşatması için evliliğin, ilâhî emirlere uyularak gerçekleşmesi lâzımdır. Yalnızca aklî ve nefsânî arzu, heves ve temâyüllerle gerçekleşen bir evlilik -ekseriyetle- muhabbet meyvesini hâsıl etmemektedir. Dolayısıyla böylesi kurulan yuvalarda, evlilikten beklenilen mânevî olgunlaşma ve kalbin muhabbet eğitimi gerçekleşmez. Yani gönüller lâyıkıyla istifade edemez. Çünkü böyle evliliklerde insanlar, umûmiyetle nefsânî iştihaların kölesi olurlar. Mâneviyatta ilerleme şöyle dursun, gönül dünyaları daha da geriler, kuraklaşır ve soysuzlaşmaya kadar varabilir.

KADIN VE ERKEK ARASINDAKİ BAĞLILIK

Olgunlaşmaya ve mânen yükselmeye, yani dînin yarısını tamamlamaya vesîle olan evlilikler, ulaşılması gereken ideal seviyeyi göstermektedir. Nasıl ki, bir şeyin tamamı elde edilemese de elde edilebilecek tarafından vazgeçilmez, aynı şekilde herkes gücü nispetinde bu ideal vasıfları temin etmekten geri kalmamalıdır. Ancak bu sayede evlilik vesîlesiyle arzu edilen huzur, sekînet ve olgunluğa ulaşılabilir.

Bununla birlikte az evvel ifade ettiğimiz insanoğlunun muhabbetullâha kâbiliyet ve liyâkat kazanmasında kadın ve erkek arasındaki bağlılık, tek ve yegâne sebep değildir. Böyle olsa bekârlar, olgunlaşma ve mânevî ilerleme yönünde hiçbir netice elde edemeyip yerlerinde sayarlardı. Hâlbuki onlar arasında Kur’ân-ı Kerim’in methettiği Hazret-i Meryem[1] ve Hazret-i İsa gibi nice sâlih ve sâliha insanlar vardır. Bu hâl, herkesin yaratılış itibariyle yapısındaki sermayesinin bir olmadığını ve kendisine tesir eden dış şartların da aynı olmadığını gösterir. Yani ilâhî kader programı çerçevesinde kazancı büyük bir imtihan olarak dünya şartlarında, kimileri için kısmet ve nasip yolu kapalıdır, kimileri için de evliliğe mâni bazı hâller ve imkânsızlıklar takdir edilmiştir.

Kimileri için de evlilik büyük bir hüsran ve ıstırap olmuştur. Cenâb-ı Hak, sabretmeleri hâlinde böyle kullarına bazı kâbiliyetler ihsan eder ve bu kâbiliyetler yardımıyla da evlilik ile gerçekleşmesi gereken faydalar, belki de fazlasıyla temin edilmiş olur. Nitekim bekâr olduğu hâlde kimileri, bu olgunluk ve mânen yükselmek mektebini, hayvan ve bitkilere gösterdiği aşırı muhabbetle tamamlamıştır; kimileri de musîbet, iptilâ, keder ve sıkıntılara karşı sabır ve tahammül göstererek yücelik basamaklarını tek tek aşmıştır. Meselâ asr-ı saâdet döneminde evlenmeye imkânı olmayan ashâb-ı soffa da, ilim ve irfan hizmetiyle olgunluğun zirvesine ulaşmışlardır. Tabiî bütün bu durumlar, özel ve istisnâî hâllerdir. Genel ve şart olan gerçek, insanoğlunun mutlaka nikâh akdiyle bir evlilik yaparak kendisine sıcak bir âile yuvası kurmasıdır.

AİLE NEDEN YARATILDI?

Şurası bir hakîkattir ki, muhabbet ve sevginin yansımadığı bir kalp, uzun zaman ekim-dikim yapılmayıp boş bırakılmış, yani terkedilmiş bir toprak gibidir. Kadın-erkek arasındaki alâka ve münasebet, bu toprağı işleyecektir. Tabiî ki bu, nefsânî arzular ile değil, onları bertaraf ederek olmalıdır. Yani bu alâkanın yönü, ilâhî aşka dönük olmak mecburiyetindedir. Çünkü kadın ve erkek arasındaki muhabbet, ancak ilâhî özelliğe dönüştüğü an, gönüller muhabbetullaha yükselir. Böyle bir kıvamda evlât nasip olursa, bu da kalbin muhabbetullah yolunda ikinci merhalesini oluşturur. Ondan sonra eş-dost, üstad vs. gelir. Böylece kalp, merhale merhale, adım adım ilerleyerek en yüce gâye olan muhabbetullah ile bütünleşir, yoğrulur ve Hakk’ın sevdiği bahtiyarlar arasında dâhil olur. İşte bu netice, insanoğlunun yaratılış gâyesinin zirvesidir.

Kısacası kadın-erkek beraberliğinin dînî ve içtimâî adı olan âile, işte böyle ulvî bir gâyenin gerçekleşmesi için yaratılışımıza konmuş bir hakîkat ve ihtiyaçtır. Bu gâye gerçekleştikçe âile ağacı, dal verir ve muazzamlaşır. Güzel ve tatlı meyveler verir. Toplumda arzu edilen huzur, sükûn, içtimâî nizâm ve düzen de bu meyvelerden birkaçıdır.

Bu itibarla toplumun medenî seviyeye kavuşması ve yuvaların ilâhî bir neşe ve saâdetle dolması için en önemli hususların başında huzurlu bir âile ortamı gelir. Onun için âile kurulurken erkek ve kadın, birbirlerine Allah adına söz verirler. Bu söz, kendilerinin yaratılış gâyeleri yönünde bir muhabbeti gerçekleştirmek niyet ve gayretidir. Bu niyet ve gayreti besleyecek olan da, hiç şüphesiz ki karşılıklı saygı, güven ve samîmiyettir.

Dipnot:

[1] Hazret-i Meryem’in ismi Kur’ân-ı Kerîm’de 34 kere, ayrıca Îsâ bin Meryem şeklinde de 23kere geçmektedir. Buna ilâveten Kur’ân-ı Kerîm’in 19. sûresi «Meryem Sûresi» olarak isimlendirilmiştir. Hazret-i Meryem, Kur’ân’da ismiyle bahsedilen yegâne kadındır. Bu hususta müfessirler bazı hikmetlere dikkat çeker. Bunlardan birkaçı şöyledir:

O dönemde horlanan kadın imajı Meryem vâlidemiz şahsında yükseltilmiştir.

Ulü’l-azm bir peygamberin anneye nisbet edilerek bahsedilmesi, annelik şerefinin azametine bir işarettir.

Hazret-i Meryem vâlidemizin özellikle iffetine dikkat çekilerek iffeti korumanın ne kadar mühim bir farz olduğuna vurgu yapılmıştır.

Hazret-i Meryem’in şahsında sâliha bir kadının en belirgin husûsiyetleri ifade edilmiş, işârî olarak bir kadını; iffet, vakâr, sabır, tevekkül, teslîmiyet ve metânet gibi özelliklerin, Hak katında yücelttiği belirtilmiştir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Huzurlu Aile Yuvası, Erkam Yayınları