Nasıl Derviş Olunur?

İbadet Hayatımız

Ahmet Taşgetiren bu ay Altınoluk dergisinde "Dervişlik Olaydı Taç ile Hırka" başlıklı yazısı ile günümüz dervişliğini yorumluyor.

Yunus Emre “Dervişlik olaydı taç ile hırka” mısraını “Biz dahi alırdık otuza kırka” diye tamamlıyor.

DERVİŞLİK OLAYDI TAÇ İLE HIRKA

Demek istiyor ki “Dervişlik taç ile hırkadan ibaret değildir.” Yani derviş kıyafeti giyilince derviş olunmuyor. Öte bir şey dervişlik. Tıpkı “İman ettik” deyince işin bitmediği gibi.

Tıpkı Allah Teala’nın Rasulunü “İman ettik” diyen arabiye “İman ettik, demeyin, İslam dairesine girdik, deyin. İman henüz kalblerinize nüfuz etmedi” demesi için uyarması gibi. (Hucurat, 14)

Ve tıpkı Allah Teala’nın “Elif lam mim.” diye başlayan sarsıcı bir hurufu mukattaanın hemen peşinden;

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebut, 1-2) diye sarsıcı bir soru sorması gibi.

Halik Teala, bir başka ayette ise yine insanlara “İman ettik demekle cennete girivereceklerini mi zannettiler?” diye soruyor.

Demek “iman ettik” demekten ötede de bir şey var. Yani sözden öte, kılık – kıyafet gibi şekli hususiyetlerden öte bir öz...

Buna göre imanın kalblere nüfuz etmesi, imanın hayata yansıması, bazan bedeli hayat olan imtihanların atlatılması iman yolunda yeni merhalelerdir.

Necip Fazıl merhum “Kafiyeler” isimli şiirinde “Cübbeler yüreksiz” der.

Demek içinde yürek olduğu zaman cüppe anlam kazanıyor.

Buna göre de Yunus Emre “Tacın içinde baş, hırkanın içinde yürek olduğu zaman derviş derviş olur” demiş oluyor.

Öyleyse taç ile hırka değil dervişliği dervişlik haline getiren, kalbin “Allah ile birliktelik idraki” ile yoğrulması ve onun davranışlara intikal ettirilmesidir.

YUNUS EMRE NEDEN BÖYLE BİR SÖZ SÖYLÜYOR?

Şöyle bir soru üzerinde düşünebiliriz: Yunus Emre neden böyle bir söz söylüyor? Bunun cevabı şu olmalı:

-Öyle bir zaman geliyor ki, insanlar kisve olarak belirli şekiller içine giriyor, bu şekiller içinde kendisini bir şeylerin mensubu olarak telakki ediyor, öyle anlaşılmasını istiyor, öyle anlaşılmasında dünyalık bir karşılık olabileceğini düşünüyor, ancak davranışların o kisvenin temsil ettiği iklim ile, gönül ile alakası bulunmuyor.

Neden? Çünkü nefis giriyor araya. Ene - Ben giriyor. Ben’in özel hassasiyetleri, bazen çıkarları, bazen refleksleri giriyor. Ve bunlar bazen farkında bile olunmadan yapılıyor.

Büyük sufilerden Cüneyd-i Bağdâdî’nin dayısı ve mürşidi, Mâruf-u Kerhî’nin talebesi Seri es-Sâkatî nin menakıb kitaplarına giren bir menkıbesi çok anlamlıdır. Kendisi, şöyle dermiş:

-Bir kere elhamdülillah dediğim için, otuz senedir istiğfar etmekteyim.

-Bu nasıl olur? denilince, Serî es-Sâkatî başından geçen şu olayı anlatırmış:

-Bir keresinde Bağdat’ta büyük bir yangın çıkmıştı. Yolda beni karşılayan bir adam; “Üstad, dedi, çarşıda yangın çıktı, ama merak etme, senin dükkân yangından kurtuldu.

Ben de, bu habere sevinerek gayrı ihtiyari;

-Elhamdülillah, dedim. Müslümanların başına bir felâket geldiği vakitte kendim için hayırlı olana dikkat ederek “Elhamdülillah” dediğim için, otuz senedir pişmanlık duyuyorum, tevbe ediyorum.

Nasıl bir hassasiyet...

Ne dersiniz, böyle bir olayda nasıl bir tavır sergilerdik ve refleks halinde ağzımızdan çıkan bir söz için 30 yıl içimiz yanar mıydı?

Şu söylenebilir:

İnsanın asıl imtihanı, ucu kendisine dokunan bir sınanmada nasıl tavır takınacağı noktasında toplanıyor. Çünkü o durumda insanın kimyası değişiyor nefsi hassasiyetler gelip yüreğinin – aklının üstüne oturuyor.

Gel de kurtul onun mengenesinden...

Rasulullah neden “Pehlivan güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman öfkesini yenendir” diye buyuruyor. Çünkü öfke anında insanın kimyası değişiyor ve kendi “Ben”ini kontrol edemez hale geliyor.

Hazreti Ömer (r.a.) neden “İnsanı yolculukta, alışverişte deneyeceksin” diyor. Çünkü o anlardır insanın refleks halinde kendini ortaya koyacağı anlar.

Adamın biri, Hz. Ömer (r.a.)’ın yanında bir hususta şâhitlikte bulundu. Ömer İbnü’l-Hattâb Hazretleri ona; “Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir.” dedi.

Orada bulunanlardan birisi:

- “Ben onu tanıyorum.” diye atıldı.

Hz. Ömer; “Nasıl bilirsin?” diye sordu.

O da; “Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum.” cevabını verdi.

Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu; “Gecesini, gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?” dedi.

- “Hayır.” diye cevap verdi adam.

Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti; “İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alışveriş yaptığın bir kimse midir?”

Adam; “Hayır.” dedi.

Hz. Ömer (r.a.) bu defa; “İnsanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk, o kişiyle yaptın mı? diye sordu.

Adam bu soruya da; “Hayır.” cevabını verdi.

Hz. Ömer (r.a.); “Sen onu tanımıyorsun.” dedi ve sonra da adama dönerek; “Git, seni tanıyan birini getir.” buyurdu.

Şöyle derdi:

“Ey insanlar! Sakın bir adamın orucu ve namazı sizi aldatmasın. Bir kimsenin güvenilir olup olmadığını öğrenmek için konuştuğu zaman doğru söyleyip söylemediğine, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet edip etmediğine ve zengin olduğunda takvasına bakın.”

Bir reklam filminin ana sloganı şöyle idi:

“Açken sen sen değilsin!”

Evet, bazı zamanlar olur ki insanın kimyası değişir.

-Mesela öfkeliyken siz siz misiniz?

-Mesela bir çıkarınızın haleldar edildiğini düşündüğünüzde siz siz misiniz?

-Mesela ayağınıza basıldığında, mesela bünyenizden bir kıymık koparıldığında siz siz misiniz?

-Baba iken evlatlık sorumluluğu hakkındaki düşüncelerinizle evlatken babalık hakkındaki düşünceleriniz aynı mı? Yaşlı anne – babanızın yerinde olsaydınız evlatlarınızdan neler bekleyeceğinizi düşünüp, evlatken onları yerine getirebiliyor musunuz?

-Gelinsiniz kayınvalide olabileceğiniz günleri, kayınvalidesiniz gelinkenki beklentilerinizi hatırlıyor musunuz?

-Satıcı iken alıcı iken aynı insan mısınız?

-İşverenken işçi iken düşünceleriniz aynı mı? İşçilikten işverenliğe çıktığınızda işçilerinizin hukuku üzerinde işçi ikenki düşüncelerinizi koruyor musunuz?

-Amirken memurken...

-İktidarken muhalefet iken...

-Yönetici iken yönetilen iken...

-Trafikte yolu paylaşırken...

Hayatın içindeki birbiriyle ilişkisi bulunan tüm rollerde... aynı soru söz konusu...

Çok çok okudunuz, çok çok dini terbiye aldınız, çok çok mürşid önünde diz çöktünüz... Bayağı oldunuz yani... Peki hayatınızın bütün kıvrımlarında, öğrendikleriniz, terbiyesini aldıklarınız aklınıza geliyor mu, yoksa nefis ve şeytan bir yerlerden devreye girip damarlarınızda dolaşmaya başlıyor ve her şeyi, hatta o zamana kadar tüm öğrendiklerinizi, meseleyi kendinize doğru yontmanız yolunda size yol mu gösteriyor?

Davalı iken davacı iken aynı “kul hakkı” hassasiyetlerini sergileyen insan mısınız?

Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:

“-Ben, ancak bir insanım. Siz de bana gelip davalaşıyorsunuz. Belki bazınızın delili hasmınınkinden daha kuvvetli oluyor. Ben de, bu ifadeye göre onun lehine hüküm verebiliyorum. Fakat kime, kendisine değil de kardeşine ait olan bir hakkın verilmesi ile hükmedersem, öyle olmadığını bildiği halde bunu asla almasın. Zira bu takdirde ben kendisine ancak cehennemden bir parçayı ayırmış oluyorum demektir.”

İşte Rasulullah (s.a.v.) tam da bizlerin ayağının sürçtüğü yeri anlatıyor ve “Ona bir şey verirsem bilsin ki cehennemden bir parça vermiş olurum” diyor.

Çünkü bütün hesapların en girift ayrıntılarına kadar görüldüğü, kimsenin kimseye hakkının geçmesine fırsat verilmediği bir Huzur var. Diller konuşmasa bile ellerin, ayakların, derilerin konuşacağı, şahitlik edecekleri bir zaman var. Bütün hesapların ortaya döküleceği bir aydınlık zemin var. Mahşer zemini.

Rasulullah Efendimiz (s.a.v.)’in “Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak.. Biz O’nu görmüyorsak da O’nun bizi gördüğünün bilincinde olmak” dediği durumun ayan – beyan ortaya çıkacağı bir gün var.

Diyelim ki Rasulullah’ı aldattınız. Diyelim ki Ömer’i aldattınız. Diyelim ki bütün hakimleri aldattınız. Hatta diyelim ki “haklılığınıza inandırarak” kendinizi aldattınız.

Her şey oraya kadar. Orada taca da bakılmayacak, hırkaya da... Ünvana da, makama mansıba da...

Söze değil, sözün özüne bakılacak orada. Cübbelerin içindeki yüreğe bakılacak. O yürek selim mi, marazlı mı, taşlaşmış mı, ölmüş mü? Nasıl bir yükle gelmiş oraya?

İman kalblere nüfuz etmişse, Allah’ı görüyormuş gibi yaşama disiplinini kuşanmışsak, “Nerede olursak olalım Allah’ın bizimle birlikte olduğu” idrakini kazanmışsak, günah cehennem ateşi gibi hissedilmeye başlamışsa yüreğimizde, elimizde, ayağımızda, yüzümüzde.... O zaman reflekslerimiz de mahşer aydınlığını idrak çerçevesinde olur.

“El karda gönül yarda” hali işte budur. İnsanın sol böğründe ince bir derdin batması lazım Yunus gibi.

“Aman ha, aman ha, Rabbinin huzurunda savunulamayacak bir davranışı tercih etme!” Aman ha! Orası çok yaman!

Kaynak: Ahmet Taşgetiren, Altınoluk Dergisi, 357. Sayı