Namazlarda Kabe'yi Gören Osmanlı Sultanı

Osmanlı Tarihi

Murad Hüdavendigâr, büyük bir ahlâkî, irâdî ve idârî güce sahipti. Yaptıkları, dâhiyâne idi. Şer’î kânunları büyük bir titizlikle tatbik eder, geliştirip güçlendirirdi. Ânî karar vermedeki mâ­hi­râne hasleti, kendisine çok zaferler kazandırmıştır.

1. Murad Han gâyet dindar, ulemâ ve meşâyıha karşı hürmetkârdı.

Bizans ta­rihçisi Halkondil, Sultan Murad hakkında şu îtirafta bulunmuştur:

DÜŞMANDAN KAÇTIĞI VE ONA ARKASINI DÖNDÜĞÜ HİÇ GÖRÜLMEMİŞTİR

“Sultan Murad, Anadolu ve Rumeli’de otuz yediden ziyâde harbi idâre ederek zafer üzerine zafer kazanmıştır. Düşmandan kaçtığı ve arkasını döndüğü hiç görülmemiştir.

O, askerini bir müddet istirahat ettirmeyi arzu ettiği zamanlarda bile, kendisine bir meşgûliyet bulurdu. Tembellikten nefret ederdi. İstirahat nedir bilmezdi. Askerleri, istirahat ederken o, ava çıkardı. Yaşlılığında da cevvâliyetini hiç kaybetmemiştir.

Kemâl-i sükûnetle boyun eğen milletlere ve sarayındaki ecnebî çocuklara şefkatle muâmele ederdi. Mükâfat vermede de cömert ve sür’atli idi. Harbe gireceği zaman, askerini cesaretlendirip coştururdu. Yapılan yanlış hareketleri müsâmahasız cezâlandırırdı. Verdiği söze riâyet ederdi.

Murad Hân’ın maiyyeti, onun heybet ve şiddeti ile titrerdi. Bununla beraber, onlara bir kumandanın gösteremeyeceği yumuşaklık, şefkat ve muhabbetle muâmele ederdi.”

Gibbons’un şu ifâdeleri de câlib-i dikkattir:

“Otuz sene kadar bir müddet Murad Han, zamanının hiçbir devlet adamı tarafından fevkine geçilemeyen bir kiyâset ile Osmanlı mukadderâtını sevk ve idâre etmiştir.

Biz, Sultan Fâtih ile Muhteşem Süleyman hakkında daha çok şeyler bildiğimizdendir ki, Sultan Murad, Osmanlı hânedânı içinde en şâyân-ı dikkat ve en muvaffak bir devlet ve harp adamı olarak kendine has mevkiine geçememiş görünmektedir. Ancak kendisinin karşılaştığı müşkilâtı, hallettiği me­se­leleri, saltanatının neticelerini, daha ziyâde göz kamaştıran haleflerinin icraatıyla mukâyese edecek olursak, onun, bunların üstünde değilse de, onlarla birlikte kolayca yer tutabileceğini görürüz.

ALLAH'TAN KORKAN, AKILLI VE TEMKİNLİ KİMSEYDİ

Onun hayatı esnâsında vukua gelen değişiklikler, bütün ta­rihin en hayret verici vak’alarındandır. Onun fütûhâtı 1878 Berlin muâ­he­desine kadar beş asır devam etmiştir...

Sultan Murad, Bizans kilisesi erbâbının nazarında Îsâ düşmanı kabul edilse de, onlara papalarından daha iyi muâmele etmekte idi. O, Allah’tan korkan, akıllı ve temkinli bir kimseydi. Mağlûba karşı insaflıydı. Bu sebeple onun mührünü gören, der­hâl dizleri üzerine çökerdi.

Osman Gâzi, etrafına toplamış, Orhan Gâzi de devleti kurmuştu, fakat imparatorluğu kuran Sultan Murad olmuştur.”

Düşmanın bile îtirafa mecbur kaldığı şu güzel sıfatların sahibi olan Sultan Murad, gerek Anadolu’da ve gerekse Rumeli’de yaptırdığı eserlerle de, milletin kalbinde taht kurmuştur. 1364 Sırp Sındığı zaferinin sonunda şükrân ifâdesi olarak, Bursa, Bilecik ve Filibe’de birer câmi, Yenişehir ve Bursa Çekirge’de bir imârethâne, medrese, kaplıca ve bir han yaptırmıştır.

ÜÇ TEKBİR GETİRMEDEN KABE'Yİ GÖREMİYORUM

Şâir, Osmanlılar’ın bu ihlâsları neticesinde Hak katında makbûl kimseler olarak yüce bir ihtişâma nâil olduklarını şöyle ifâdelendirir:

Âl-i Osmân’ın çün ihlâsı oldu hâs,

Buldular Hak Hazreti’nde ihtisâs!..

Bu hakîkati aşağıdaki hâdise ne güzel sergiler:

Sultan Murad Hüdâvendigâr, derviş meşrepli bir pâ­di­şah idi. Bunun için elinden gelen her türlü gayreti sarf ettikten sonra her işin sonunu Allah Teâlâ’ya havâle eder, duâ ve niyazdan hiçbir zaman geri kalmazdı. Nitekim Plevne’yi on beş gün muhâsara ettiği hâlde fethin bir türlü müyesser olmaması üzerine oraya bir miktar asker bırakarak geri çekilmişti. Ancak o kadar emeğe rağmen geri çekilmesi kendisini son derece üzmüş ve:

“Hâlık Teâlâ Hazretleri, bu yıkılası kaleyi kahreyleyip vîrân eyleye!..” diye duâ ve ilticâda bulundu.

Bu esnâda bir haberci geldi ve kalenin bir duvarının yerle bir oldu­ğu­nu bildirdi. Oysa kalenin yıkılmasını îcâb ettiren bir sebep yoktu. Cenâb-ı Hakk’a şükrederek o yıkık duvardan kaleye giren İslâm askeri, kısa bir müddette orayı fetheyledi.

Kosova şehîdi, velî pâ­di­şah Murad Hân’ın îman, vecd ve ittikàsını gös­te­ren aşağıdaki şu hâli, bizler için ne muazzam bir ibret levhasıdır. Murad Han, saray imâmına gözyaşları içerisinde şöyle demişti:

“–Namazlarda tekbîr aldığım zaman, üç tekbîr getirmeden Kâbe’yi göremiyor ve huzur içinde namaz kılamıyorum...”

AVRUPA ORTASINDA İSLAM'IN İLK KARAKOLU

Bugün, Balkan ülkelerinde var olan bütün müslüman halkların mevcûdiyeti, ilk Osmanlı fütûhâtı ve iskân siyâsetinin bir eseridir.

O ahâlî ise, bugün bize Osmanlı’nın bir emânetidir. Onların bulundukları yerlerde muhâfaza olunmaları zarûrîdir. Zira ezân sadâsı, Avrupa’da onlarla devam edegelmektedir.

Kosova, Avrupa ortasında İslâm’ın ilk karakoludur.

Kosova, Murad Hân’ın mübârek kanı karşılığında bize pahalıya mâl olmuş bir mîrastır. Merhum Âkif bu mîrâsı ne kadar güzel hatırlatır:

Nerde görsem çıkıyor karşıma bir kanlı ova...

Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!

Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın?

Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın?

Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd?

Âh o kurbân-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd?

Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;

Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı?..

.....

Basacak mıydı fakat göğsüne Sırp’ın çarığı?!.

.....

O günkü Sırp ile bugünkü Sırp aynıdır. Zaman farkından başka değişen hiçbir şey yoktur.

Acabâ Sırp yılanları, şaha kalkıp evlâd-ı Fâtihânı, yani Sultan Mu­rad’­ın evlâtlarını ağır bir zulümle imhâ ederken, bizlerin, kırık kanatlı bir kuş gibi çırpınan mazlum ve muzdarip kardeşlerimize yardım için elimiz ve yüreğimiz ne kadar uzanabiliyor? Allah Rasûlü -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’in:

“Mü’minlerin, birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve bir­bir­lerine şefkat göstermekte bir vücut gibi olduklarını görürsün. (Bu vücûdun herhangi) bir uzvu muzdarip olduğu takdirde diğer kısımlarının da uykuları kaçar, ateşler içinde onun ıztırâbını duyarlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

“Mü’minler, birbirlerine kenetlenmiş (cüzlerden meydana gel­miş) bir binâ gibidirler.” (Buhârî, Salât, 88; Müslim, Birr, 65) hadîs-i şe­rîf­leri muktezâsı olarak biz mü’minlerin, kalbi ve nabzı tek olan bir insan gibi ol­ma­mız îcâb etmez mi? Sürurlarımızın müşterek olması gerektiği gibi elem­le­rimizin de müşterek olması ve paylaşılması gerekmez mi?

NEFİS VE TARİH MUHÂSEBESİ

Bugün, Kosova’nın, Bosna’nın vâris-i tabiîsi olan bizler, bir nefis ve tarih muhâsebesine mecbûruz!..

Ülkemizde yüz yıla yakın zamandan beri, ecdâdımızın bize bıraktığı mukaddes mîrâsın, bâzı nâdanlar tarafından reddedilişinin ve onların hâtırâlarını rencide edecek çirkin üslûbun hazin âkıbeti gözler önündedir!..

Bosna ve Kosova fâciaları gibi ibretli hâdiseler, bugün bize bir kısım nâdânın “gömdük” diyerek övündüğü Osmanlı rûhunu yeniden hatırlatmakta ve bizi, onun emânetine sahip çıkmaya zorlamaktadır. Bu yüzden silkinip tarihî mes’ûliyetlerimizi hatırlamaya ve özümüze dönmeye mecbûruz.

Gerçekleşmekte olan yeni bir uyanış ve dirilişin, gelecek hesâbına vaad ettiği bereketli azmin şanlı cengâverlerine ne mutlu!..

Yâ Rabbî! Ecdâdımızın gönül iklîminden bizlere de yeni bir hamle gücü ihsân eyle ki, yirmi birinci yüzyıla girerken doğan büyük fırsatları kaçırmayalım!.. Âmîn!..

Kaynak: Osmanlı, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013