Mutlak Hakikat Var mı?

İSLAM

Mutlak Hakikat Var mı? Herkes kendi ailesinin dinine mi uymak zorunda? Sorularının cevabı...

Deistlerin bir başka iddiası da;

Mutlak hakikat yok!

Diyorlar ki:

“Herkes ancak kendi toplumunun, kendi anne-babasının dînine uyuyor. Mutlak bir hakikat yok. Hepsi kendince doğrulardan ibaret...”

Bu iddiada büyük bir çarpıtma vardır.

Şu hadîs-i şerif, bu iddiayı cevaplandırmakta başlangıç noktamız olabilir:

“Her çocuğu kendi annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hâli konuşma çağına kadar devam eder; sonra (eğer o hak din ile buluşturulmazsa) anne-babası onu hıristiyan, yahudi veya mecûsi (ateşe tapan) yapar.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 18; Tirmizî, Kader, 5)

Peygamber Efendimiz; insanların toplumlarında hazır buldukları inanca kolayca girmelerinin, fıtrî sebebini bildirmektedir.

Yani her insanda inanma fıtratı olduğu için, ailesinde ve toplumunda gördüğü o inancı benimsemek ona kolay gelebilir.

Aslında bu, fıtrattaki husûsiyetin isrâfı olmuş olur. Eğer biz müslümanlar tebliğ vazifemizi hakkıyla gerçekleştirebilirsek, dünyada hak ve hakikatten habersiz hiç kimse kalmamış olur.

Nitekim, ashâb-ı kiram; bu şuurla doluydu ve o günün çok mahdut imkânlarıyla dahî, dünyanın birçok bölgesine İslâm’ı ulaştırdılar.

İslâm çok kısa sürede; doğuda Çin ve Hindistan’a, batıda İber Yarımadası’na (İspanya’ya), kuzeyde Balkanlara, Kafkaslara, Orta Asya’nın tamamına ve güneyde de Afrika’nın içlerine, Endonezya’ya kadar yayıldı.

Kendisine tebliğin ulaşmadığı kişilerin elbette mes’ûliyetleri daha hafiftir. Onlar Allâh’a inanmakla ve şirk koşmamakla mükelleftir.

İbn-i Tufeyl adlı müslüman mütefekkir, Hayy bin Yakzân adlı bir eser kaleme almıştır. Bu eserin mevzuu; bir adada yalnız olarak büyüyen bir çocuğun tefekkür ederek, Allâh’ı bulmasıdır.

Daniel Defoe, bir adada yalnız kalan Robinson Crusoe romanını da bu eseri takliden vücûda getirmiştir.

Lâkin;

Bugün ise, insanlar üzerinde biyolojik anne-babalarının ve toplumlarının tesiri çok daha azalmıştır. Çünkü internet, televizyon gibi imkânlar, sadece menfî yönde değil, müsbet yönde de bir vasıta olarak istihdam edilebilmektedir. İnternet üzerinden yaptığı araştırmalar neticesinde yüce hakikati fark edip de İslâm’ı seçenler az değildir.

Dünyanın bir ucunda Haitili bir kardeşimiz, internette kadın haklarını araştırırken İngilizceye tercüme edilmiş kitaplarımızla karşılaşarak İslâm ile müşerref oldu ve Davud ismini aldı. (1 Yüzakı Mecmûamızda bu kardeşimizle gerçekleştirilen mülâkat için bkz. «Haiti’den Eyüp’e Bir Hidâyet Hikâyesi», sa: 147; (2017, Mayıs) s. 26-30.)

Böyle hidâyet kıssalarının yüzlerce misâli vardır. Muhammed Ali, Malcolm X, Yûsuf İslâm (Cat Stevens) ve benzerleri bunların en meşhurlarıdır.

Bugün dünyanın her yerinde müslümanların mescidleri ve cemaatleri mevcuttur.

Demek ki;

Toplum, kültür veya aile, hakikati arayıp bulmaya bir mâni değildir.

Burada, şu husûsu da hatırlatmalı:

Zaman zaman insanlar, dünyalarını kazanmak için, yolculuklara çıkıyorlar. Zaman zaman merak için, eğlence için, tahsil için başka diyarlara gidiyorlar.

İnsanın, hak dîni aramak için de bir gayrete girmesi gerekmez mi?

Hakikatin illâ kendi toplumunda, kendi ana-babasıyla ulaştırılması şart mıdır?

İnsan şu sualleri, hangi şartlarda yaşıyor olursa olsun tefekkür etmeli ve cevaplandırmaya gayret etmelidir:

-İnsan niye dünyaya geldi?

-Kimin mülkünde yaşıyor?

-Kâinatta bu kadar azamet tecellîleri niye?

İnsan bu hakikati nerede olursa olsun bulmalıdır.

Diğer taraftan;

Hazır bir şekilde İslâm toplumunda, müttakî bir anne-babanın evlâdı olarak dünyaya gelenler de, bu ihsânın minnet ve şükrü içinde yaşamalıdır. Kendisine bunu lutfeden Cenâb-ı Hakk’a hamd etmeli, kendisine hakikati ulaştıran mü’minlere de vefâ ve duâ içinde olmalıdır.

Şunu görüyoruz ki;

Hıristiyanların veya Budistlerin içinde yaşayan bir insan da İslâm’ı tercih ediyor. Diğer taraftan caminin dibinde yaşadığı hâlde bundan habersiz kimseler ateist olabiliyor. Demek ki inançta, çevre tesirlerden ziyade, şahsî irade müessirdir.

Demek ki;

İslâm’ı temsilde örnek bir şahsiyet ile tebliğ, her şekilde uzak-yakın her gönle ulaştırılmalı ki, mahrumlar dâimâ hidâyete koşsunlar...

Yani Cenâb-ı Hakk’ın Hâdî sıfatına sarılarak nice mahrum gönüllerin hidâyetine vesile olunmaya devamlı gayret etmelidir.

Cenâb-ı Hak, lutf u keremiyle cümlemizi hidâyet üzere yaşatsın ve hidâyetlere vesile eylesin...

Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Yayınları, Aklın Cinneti DEİZM