Müstesna Güzellik 'nezaket'

Cemiyet Hayatımız

Yüce Rabbimiz, Mûsâ Topbaş Efendi Hazretleri’nin fıtratına, bediî zevklere ve ulvî güzelliklere karşı müstesnâ bir alâka ve muhabbet meyli lûtfetmişti. Onun bu güzel fıtratı, İslâm medeniyetinin Osmanlı’da zirveleşen edep, görgü ve nezâket anlayışı ile buluşunca bir kat daha zarifleşmişti. Tasavvuf ikliminin getirdiği güzellikler de bunların tâcı olmuştu.

Mûsâ Efendi, üstâdı Sâmi Efendi Hazretleri’ni örnek gösterek şöyle buyururlardı:

“Üstad Hazretleri herkese karşı bilâ-istisnâ nezâketle, mütebessim bir çehre ve tatlı bir lisan ile konuşurlar, kat’iyyen muhâtaplarını yalnız isimleri ile çağırmazlar, ismin ve soyadının sonuna «bey», «efendi» yahut da güzel bir lâkap takarlardı.

Maalesef zamanımızda nezâket Zümrüd-i Ankâ hâline geldi. Herkes birbirine karşı nezâketsizce konuşuyor ve muâmele ediyor, bunun ismine de samimiyet diyorlar. Kabalıkla samimiyetin ne alâkası var?

Hâlbuki samimiyetten nezâket doğar. Fıtraten hoş, nazik olanlar müstesnâ, ancak bâzı altmış, yetmişini aşmış İstanbul efendi ve hanımlarında bu nezâket kâidesine uyanlara rastlayabiliyoruz. Hâlbuki hatırşinaslık, nezâketli olmak, İslâmiyetin ana rükûnlarından biridir.”[1]

[1] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 70.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları