Müslümanın Hayatında Lüksün Ölçüsü

Cemiyet Hayatımız

Zamanımızın amansız hastalıklarından olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş gibi israflar, örnek almamız gereken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve ashâbının tanımadığı bir hayat tarzıydı. Zira onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuru içinde yaşıyor, yiyip içtiklerinden, giyip tükettiklerinden mutlakâ hesaba çekileceklerini hiçbir zaman unutmuyorlardı.

Lüksün sınırı, takvâ ve ruhsat olarak ayrıdır. Bir defa mülk, Allâh’ındır. Öncelikle bu telâkkî zarurîdir. Bu mülk bana emanettir. Benim aşağımdaki kimseler bana zimmetlidir. Bende var, onda yok. Demek ki benim, onun ihtiyacını temin etmem gerekmektedir. Bu anlayışın, bir mü’minde tabiat-i asliye hâline gelmesi zarurîdir. Mülkü kullanabilme sanatının en güzel yolu budur.

Bir mü’minin kalbi âdeta mânevî bir röntgen hâline gelmelidir. Kendisine kimlerin zimmetli olduğunu sîmâlarından bilmelidir. Bu zimmetine dikkat etmeli ve hâlini arz eden muhtacı dinleyemelidir. Fakat iffeti dolayısıyla isteyemeyeni de gidip bulmalıdır. Nasıl üstüne başına bir şeyler almak için dükkân dükkân dolaşıyorsa, üzerine zimmetli olan fakir fukarayı bulmak için de dolaşmalıdır. Mülk Allâh’ın bize emânetidir. Bu durumda israf edilmeden yaşanmalı Sana ait olmayan bir malı, nasıl keyfince kullanabilirsin? Bu, emânete ihânet olmaz mı?

İHTİYAÇ FAZLASINI VERİNİZ

(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç maksadıyla dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın... (el-Bakara, 273)

Bir müslüman, şer’î mes’ûliyetlerini yerine getirdikten sonra istediği gibi harcama hürriyetine sahip değildir. Bir mü’min, dünyada nasların çerçevesi içinde hürdür. Nasların dışına çıktığı zaman, nefsânî arzularının esiri olur. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, mü’min ne kadar çok kazanırsa kazansın, kendisi için kifâyet miktarıyla yetinip geri kalanı âhiret sermayesi kılabilmenin gayreti içinde olmalıdır. Zira ihtiyaçtan fazla harcamak israf, her şeyi kendi nefsine hasretmek de cimriliktir. Cenâb-ı Hak, bu iki menfî hâlden de kurtularak dengeli bir cömertliği emreder. Âyet-i kerîmede buyurur:

...(Rasûlüm!) Sana (hayırhasenât yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. « قُلِالْعَفْوَ » De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!..” (el-Bakara, 219)

RASÛLULLAH (S.A.V)  EFENDİMİZ DİLESEYDİ ZENGİN BİR HAYAT SÜREBİLİRDİ

Rasûlullah (s.a.v)  Efendimiz’e ganimetlerin beşte biri gelirdi, dilese gayet zengin bir hayat sürebilirdi. Fakat O, fakr’ı ve zâhidâne bir hayatı, gönüllü olarak tercih eder, kifâyet miktarıyla yetinir, geriye kalanı infâk eder, böylece “ağniyâ-i şâkirîn”e örnek olurdu. Evinde sudan başka hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda da sabır ve şükür hâliyle “fukarâ-i sâbirîn”e fiilî kıstas, yani canlı bir örnek olurdu.

Bir gün ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in yanında dünyadan bahsettiler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

Siz işitmiyor musunuz, siz işitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır; sâde yaşamak îmandandır.” buyurdular. ( Ebû Dâvûd, Tereccül, 1/4161; İbn-i Mâce, Zühd, 4.)

 CANININ HER ÇEKTİĞİNİ İSTEME

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz buyurdu:

“Gerçek fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve hâlini anlayıp kendisine yardım edecek biri çıkmayan, (buna rağmen) halktan bir şey isteyemeyen (müstağnî) kimsedir.” (Buhârî, Zekât, 53)

Yine Efendimiz (s.a.v) insanın ihtiyaçlarını karşılamadaki meşrû sınırlarını bildirmek üzere: “İsrâfa ve gurura saplanmaksızın yiyiniz, içiniz, giyiniz, sadaka veriniz.”( Buhârî, Libas, 1.) buyurmuş, diğer bir hadîs-i şerîfte ise: “Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” îkâzında bulunmuştur.( İbn-i Mâce, Et’ime, 51.)

Halk ağzında “oburluk veya pisboğazlık” olarak da tâbir edilen bu hâl, dînimizce reddedilmiştir. Yine bu hâl, çok imkâna sahip olmanın, çok tüketmeyi meşrû kılmadığını da ortaya koymaktadır. Zira Hazret-i Ali Radıyallahu anh’ın buyurduğu gibi: “Zenginler israf ettiği ölçüde, toplumda insanlar aç kalır!..

MUHAMMEDÎLİK BUNUN NERESİNDE?

Yahya bin Muâz , dünyaya aşırı düşkün bir İslâm hukukçusunu gördüğünde ona şu îkazda bulunur:

“Ey ilim sahibi kişi!

– Köşkleriniz, Bizans imparatorlarının köşklerine,

– Evleriniz, İran hükümdarlarının evlerine,

– Yaşadığınız meskenler, Kârun’un yaşadığı meskenlere,

– Kapılarınız, Tâlût’un kapısına,

– Kıyafetleriniz, Câlût’un süslü kıyafetine,

– Hayat tarzınız, şeytanın hayat tarzına,

– Yok oluşunuz, inkârcıların yok oluşuna,

– Yönetiminiz, Firavun’un yönetimine,

– Hâkimleriniz, aceleci ve rüşvetçi hâkimlere,

– Ölümünüz câhiliye ölümüne benziyor.

Peki Muhammedîlik bunun neresinde?!”

Hakîkaten zamanımızın amansız hastalıklarından olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş gibi israflar, örnek almamız gereken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve ashâbının tanımadığı bir hayat tarzıydı. Zira onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuru içinde yaşıyor, yiyip içtiklerinden, giyip tükettiklerinden mutlakâ hesaba çekileceklerini hiçbir zaman unutmuyorlardı.

Zira Cenâb-ı Hak:

Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurmaktadır.

KAZANCINDA VE HARCAMALARINDA ÖLÇÜLÜ OL!

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî buyurur:

“Allah dostları, daha ziyâde, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.” Yani onlar, garipleri arayıp bulur, kimsesizlerin kimsesi olur, muzdariplerin derdiyle dertlenir, iffetinden dolayı çekinip ihtiyacını arz edemeyen muhtaçları sîmâlarından tanırlar.

İslâm; “İstediğin gibi kazan, istediğin gibi harca!” şeklinde bir anlayışı aslâ kabul etmez. Çünkü müslüman, dünyanın gidişâtından mes’ûldür. Sahâbe, bu mes’ûliyeti yerine getirmek için bütün imkânlarını seferber edip Çin’e, Semerkand’a, Afrika’nın ortalarına, dünyanın uç noktalarına kadar gitti. Maddî olarak zekâtın nisâbını bilebiliriz. Fakat servet dışında da Cenâb-ı Hakk’ın bize lûtfettiği nîmetlerin nisâbını, şükür borcumuzun miktarını bilemeyiz. Bu sebeple sahâbe, var gücüyle son nefesine kadar fedâkârâne bir hizmet ve infak hayatı yaşadı. Durmadı, yorulmak bilmedi, dinlenmedi. Vedâ Haccı’ndaki yüz yirmi bin sahâbeden sadece yirmi bininin Mekke ve Medîne’de medfun olması, diğerlerininse emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker aşkıyla dünyanın dört bir bucağına dağılmış bulunması, bizlere mes’ûliyetimizi hatırlatan bir ibret aynasıdır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam Yayınları