Muhtaçken Verebilen Kişinin Fazileti

İbadet Hayatımız

Açken, yokken, muhtaçken verebilmenin fazilet ve önemi nedir? İnsaf ehli olmanın bereketi...

İslâm, maddî durumu ne olursa olsun, her müslümanın merhamette mesafe katetmesini ister. Gönlünü, içinde bütün mahlûkatın huzur bulduğu bir rahmet dergâhı hâline getirmesini, diğergâm, merhametli, cömert ve fedakâr bir insan olmasını arzu eder.

İşte Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh-’ın nakline göre, İslâm ahlâkını gönlüne nakşetmiş siyâhî bir köle, bu şuur sayesinde, günlük nafakası olan üç ekmeği, aç bir köpekle karşılaşınca ona verip kendisi sabretmeyi tercih edebiliyordu.

AÇKEN, YOKKEN, MUHTAÇKEN VEREBİLİEN KİŞİNİN FAZİLETİ

Yine Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr Hazretleri aynı gönül ufkunu sergileyen bir hâtırasını şöyle anlatmıştır:

“Bir gün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:

«−Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun!..» dedi. O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya:

«−Şu sarığımı al! Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Bunun karşılığında şu aç insanı doyuruver!» dedim.

Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.”

İşte îsâr ahlâkı, yani din kardeşini kendine tercih edebilmek ve nice zorluklara katlanarak kazandığını, kalbinde hiçbir endişe duymadan, bilâkis sevinerek Allâh’ın kullarıyla paylaşabilmek; peygamberlerin, evliyâullâh’ın ve sâlih mü’minlerin şiârıdır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ümmetinin açlarını doyurmadan huzur bulamaz, onları doyurmanın mânevî zevk ve lezzetiyle âdeta kendi açlığını unuturdu. Allah yolunda infâk edebildiğini kâr sayardı. Bir insanı perişan bir hâlde görse, hüznünden âdeta mübârek sîmâsının rengi değişir, onun ihtiyacını giderdiğinde ise, duyduğu huzur ve saâdetin nûru gül yüzüne yansırdı. İkram ve ihsanlarda bulunduğu kimselerin sevincinden daha büyük bir sevinç duyardı.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2021 – Mart, Sayı: 421

Nitekim bir Arap şâir, Peygamber Efendimiz’in bu yüce ahlâkını şöyle dile getirir:

“Şayet bir kimse Sen’i cömertlikte bulutlara benzetirse, medhinde hatâ etmiş olur. Çünkü bulutlar verirken ağlar, Sen ise verirken gülersin.”

Hakîkaten, Allah için makbul bir infakta bulunabilmek, yüksek ruhların bir sanatıdır, yüce bir şereftir. Mü’min, kendisini bir hayra muvaffak kıldığında Allâh’a şükretmeli ve bunun mânevî hazzıyla sevinmelidir. Bu yüzden de infak ve ikramını, büyük bir nezâketle, güler yüzle ve sevinerek takdim etmelidir.

Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Veren, alana teşekkür edâsı içinde olmalıdır. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî ihtiyacın giderilmesidir. Verenin nasîbi ise uhrevî ve sonsuz lûtuflar ile Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıdır. Böyle olunca; veren, alandan daha kârlı durumdadır. Onun için de muhâtabına teşekkür etmelidir.”

Nitekim bizler, bu nezâket ve zarâfeti büyüklerimizden görmüştük. Merhum pederim Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, birine herhangi bir ikramda bulunacağı zaman, o ikramın muhtaçtan önce Allâh’ın kudret eline geçeceği şuuruyla, büyük bir nezâket ve titizlik gösterirdi. Verilecek meblâğı bir zarfa koyar, üzerine de; “Muhterem, filân efendi! Hediyemizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz…” şeklinde, son derece zarif ifadeler nakşederek takdim ederdi.

Her ibadetin bir âdâbı-erkânı olduğu gibi, infâkın da bu maddî ve mânevî edeplerine riâyet etmek, son derece ehemmiyetlidir. Zira bu nevî inceliklere dikkat etmemek, -Allah korusun- o hayırlardan beklenen ecrin zâyî olmasına sebebiyet verebilir.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir…” (el-Bakara, 263)

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde, malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak, pürüzsüz bir kaya hâline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar…” (el-Bakara, 264)