Muhammed Fazl Belhî (k.s.) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Adı Muhammed bin Fazl, künyesi Ebû Ab­dullah, nisbesi Belhî. Horasan ve Irak şeyhlerinin büyüklerinden. Ahmed bin Had­raveyh’ in müridi, Ebû Osman Hîrî’ nin ar­kadaşı ve çağdaşı.

Muhammed Fazl Belhî'nin (k.s.) bazı görüş ve düşünce­leri sebebiyle Belh’ın zahir ulemasıyla arası açıldı. Bu yüzden Belh şehrini terke mecbur kaldı. Semerkand’a yerleşti. Irak ve Hicaz bölgelerine seyahat etti. Horasan diyarının gönül erlerinin sevgisini kazandı. Kuteybe bin Saîd ve benzeri çağdaş muhaddislerden hadis rivayet etti. 319/931 yılında Semerkand’da vefat etti.

EBÛ OSMAN HÎRÎ İLE MÜNÂSEBETİ

Ebu Abdullah Belhî adıyla da anılan Muhammed Fazl, Ebû Osman Hîrî’nin hayranlığını kazanmıştı. Ebû Osman ona duyduğu kadar hiç kimseye meyil ve muhabbet duymamıştır. Ebû Osman şöyle konuşurdu: “Ben kendimi bu devirde yaşayan velîlerle özellikle Muhammed Belhî ile sohbete lâyık bulmuyorum. Eğer kendimde bu cesareti bulabilsem onun yanından hiç ayrılmazdım. O insanların simsarıdır, gönül erlerinin sarrafıdır.”

Bu iki gönül sultanı birbirleriyle sık sık mektuplaşırlardı. Bir defasında Ebû Osman ona “şakavetin; yani dünyevî ve uhrevî bedbahtlığın alâmetlerini” sormuştu. Muhammed Fazl cevabî mektubunda şöyle yazdı:

“Üç şey bedbahtlık alametidir: İlme sâhip olup amelden yoksun kalmak, amele erip ihlâstan mahrum olmak, sâlihlerle sohbete yetişip onlara saygıdan uzak durmak.”

DÜNYA RÜYÂSI VE NEFS HÜLYÂSI

Dünyada râhatın bulunacağını ummanın bir nefs hülyası ve ehl-i dünyanın kötü rüyası olduğuna inanırdı. Hırsla dünyalığını artırmaya çalışan mürîdin şakavet ve bedbahtlığa düşeceğini söylerdi. Ona göre zühd, kendisini aziz ve şerefli bilen kimsenin, dünyayı zelil ve hor görerek ondan yüz çevirmesiydi. Çünkü insan dünyaya mâlik olup onun karşısında kendisini frenlemezse zelil olurdu, dünyaya karşı tavır koyabilirse izzete ererdi. Dünya düşkünlüğünü, mide düşkünlüğü olarak görürdü. Kişinin dünyaya karşı zühdünün azlık ve çokluğu da bununla bilinirdi. Midene giren azsa, zühdün çok; midene giren çoksa, zühdün az; hatta yok demekti. Midene sahip olmaya gücün yeterse dünyayı başkalarına fedâ edersin, eğer buna gücün yetmezse kendin yersin, derdi.

Dört grup insanın İslam’a zarar verdiğini ısrarla söylerdi:

  1. İlmiyle amel etmeyenler,
  2. Bilmedikleriyle amel etmeye kalkışanlar,
  3. Bilmediklerini öğrenme gayreti göstermeyenler,
  4. İnsanları öğrenmekten men’edenler.

KÂBE VE KALB

Allah’ın evi sayılan Kabe ile insanda Allah’ın tecellîgâhı kalb arasında ilgi kurar ve şöyle konuşurdu: “Peygamberlerin izlerini ve hâtıralarını görmek için sahrâları, çölleri ve dağları aşarak Kâbe’ye koşan fakat, Mevlâ’nın izlerini ve tecellîlerini taşıyan kalb evine ulaşmak için nefsin heva ve heves engellerini kat’ edemeyen kimselere şaşarım.” Marifet pınarı olan gönül, Kâbe’den daha önemlidir. Çünkü Kâbe sürekli olarak kulun baktığı yer olduğu halde kalb ve gönül, Hakk’ın nazar kıldığı yerdir. Hakk’ın nazargâhı ile kulun nazargâhı nasıl eşit olabilirdi?

Belhî’ye göre sûfî, belâlarla tasfiye gören; safâ bulan, insanlardan gaib; yani onların takdir ve itibarlarından uzak kalmayı tercih eden kimseydi. Marifet ehlinin en büyüğü de, şer’î hükümleri yerine getirmede en çok gayret gösteren, sünnete uymada en fazla mesâî sarf edendi.

SEVGİNİN ÖLÇÜSÜ

Sevgiyi ferâgat, fedâkârlık ve sevdiğini kendine tercih şeklinde anlardı. Bunun da dört merhaleden geçtiğini anlatırdı:

  1. Zikirle gönlün hazz ve neş’esini artırmak,
  2. Zikrin sağladığı hazz ve neş’e ile huzûra ermek,
  3. Allah ile kalbî bağı koparan meşguliyetlerden uzaklaşmak,
  4. Sevgiliyi kendine ve O’ndan başka herşeye tercih etmek.

Hakk’ı sevenlerin sevgilerinin özelliği, bu sevgilerinin îsâr ve fedâkârlık esasına dayanmasıydı. Bunun da dört derecesi vardı. Onlar da sırasıyla, muhabbet, heybet, hayâ ve tâzimdi.

NEFS KONUSUNDA

Mutasavvıfımız nefs konusunda şu öğütleriyle yol gösterirdi: “Nefsinin isteklerini sana ihtiyaç duymayacak ve seni rahatsız etmeyecek seviyeye indir. Evet nefssiz olmaz, ondan geçemezsin; amma sen ona hâkim olmaya bak, o takdîrde yücelirsin. Fakat tersi gerçekleşecek olursa o zaman zilletin çukuruna düşersin.”

Kendisinin nefsine hâkimiyetini; mâsivâya yakasını kaptırmamaya çalışmasını müridlerine örnek olmak üzere, tahdîs-i nimet için şöyle anlatırdı: “Kırk yıldır Allah’tan başkası için bilerek bir adım bile atmadım; mâsivânın kulu olmadım. Ve yine kırk yıldır nazar ettiğim her şeyde, Allah’tan hayâ ederek, dâimâ iyi ve güzel bir taraf bulmaya ve görmeye çalıştım. Otuz yıldır, görevli meleklere aleyhime olabilecek bir amel kaydettirmemeye çalıştım. Aksi bir duruma düşmüş olmaktan dolayı Allah’tan haya ederim.”

Allah’ın “Rahman” sıfatını şöyle açıklardı: “Rahman iyi, ya da kötü ve günahkar her kula ihsan ve ikramda bulunandır. Merhameti dünyada herkese ve her şeye şâmil olandır.

CEHÂLET SIFATLARI

Şu altı hasletin kişinin cehâletini ortaya koyduğunu anlatırdı:

  1. Yerli yersiz kızıp öfkelenmek,
  2. Faydasız ve boş konuşmak,
  3. Yersiz nasihat, ya da iyilik,
  4. Sırrını açığa vurmak,
  5. Herkese güvenmek,
  6. Dostunu düşmanından ayıramamak.

Ârif hayatını gün be-gün değerlendirir. Muhammed Belhî’ye göre, rızkını da gün be-gün arar, fazlasının peşinden koşmaz.

Muhammed Fazl, istikamet ehlindendi ve istikamet konusunda söz ve fikirleri olan mutasavvıflardandı. “Varlığı her amel ve davranışı güzelleştiren, yokluğu herşeyi bozan iksîr, istikamettir,” derdi.

İLİM HAKKINDA

Şu sözü meşhurdur: “İlim barınaktır, cehalet aldanma. Dost sığınaktır, düşman sıkıntı. Dost ve akraba ile sıla, dostluk ve akrabalığı devam ettirir, sıla-i rahmi terk musibet doğurur. Sabır kuvvettir, lüzumsuz ve yersiz cür’et acizdir. Yalan zaaf, doğruluk güçlülük ifadesidir. Marifet sadakat, akıl tecrübedir.”

Âlimin hatâ ile yaptığı kusurun câhilin kasden yaptığı kusurdan daha zararlı olduğunu söyler, ilmin tadına erenin onsuz edemeyeceğini, muamelede dürüstlüğün zevkine varanın ondan vaz geçemeyeceğini söylerdi. Ona göre ilim üç türlüydü: İlim billah, ilim minallah ve ilim maallah. Bunların her birini şöyle açıklardı:

İlim billah, Allah’ı sıfatları ve özellikleriyle tanımaktı.

İlim minallah, ahkam konusunda zahir-batın, helal-haram, emir-nehyi bilmekti.

İlim maallah, Allah’dan korkmayı ve O’na ümid beslemeyi, O’nu sevmeyi ve O’na iştiyak duymayı bilmekti.

Ona göre ağlamanın da iki çeşidi vardı: Birincisi zâhidlerin gözlerinden yaş akıtarak ağlamasıydı. İkincisi âriflerin kalpleriyle gönülden yanmasıydı.

Nimete şükretmenin meyvesinin Allah sevgisi ve Allah korkusu olduğunu söyler, lisan ile zikrin, dil ile işlenen günahlara keffaret ve manevî derecelere yükselmeye sebep olduğunu, kalb ile zikrin ise Hakk’a yakınlık olduğunu anlatırdı. Ona göre ilahî emirlere muvâfakat sevginin temeliydi. Nazarında mâsivânın her çeşidi eşit olan kimsenin gerçek marifete erdiğini söylerdi. Sordular:

– Fütüvvet nedir? Şu karşılığı verdi:

– Fütüvvet, Allah’ın emirlerine uyarak iç dünyasını, güzel huy ve iyi geçimle dış dünyasını koruyabilen insanların sıfatıdır.

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, s. 212-216; Ebû Nuaym, X, 232-233; Kuşeyrı, I, 129-130; Hücvîrî, s. 177; İbnul-Cevzî, IV, 165; Attâr, s. 518-520; İbnü’l-MuIakkın, s. 300-301; Câmî, s. 116-118; Şârânî, I, 75; Münâvî, I, 600-601; A’lâmü’n-nübelâ, XIV, 523-526; Nebhânî, I, 186.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları