Mirza Mazhar Can-ı Canan Hazretleri Kimdir?

KİM KİMDİR?

Altın Silsile’nin 27’nci halkası, Şehit; Mirza Mazhar Can-ı Canan Hazretlerinin hayatı...

Şemsüddîn Habîbullah Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân Hazretleri, Seyyid’dir. Hicrî 1113 (m. 1701) senesinde doğdu.

Babası, daha çocuk yaşından itibâren Cân-ı Cânân’ın tâlim ve terbiyesine çok ehemmiyet verdi. Küçük yaşta ona zamanın ne kadar kıymetli olduğunu ve boşa geçirilmemesi gerektiğini her fırsatta telkin etti. Ona muhtelif sanat, mahâret ve hünerler kazandırdı.

Cân-ı Cânân g, zamanın âlimlerinden İslâmî ilimlerin icâzetini alarak talebelere muhtelif dersler okuttu. Bunun yanında tasavvufî şiirler yazar ve “Mazhar” mahlasını kullanırdı. Farsça ve Urduca şiirlerinden oluşan bir dîvânı vardır.[1]

Zamanındaki birçok büyüğü ziyaret edip onların sohbetlerine, nazar ve teveccühlerine mazhar oldu. Genç yaşta Seyyid Nûr Muhammed Hazretlerinin kemâlâtını işitti ve huzûruna varıp onun, dînin emirlerine son derece riâyet eden, Sünnet-i Seniyye’ye titizlikle uyan, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış bir Hak dostu olduğunu gördü. Onun yanında mânevî terbiyesine devam etti. Zamanı geldiğinde üstâdı ona icâzet verdi; teberrüken hırkasını da hediye etti.[2]

Üstâdından sonra onun irşad hizmetlerini devam ettiren Cân-ı Cânân Hazretleri, bu yolda fedâkârca gayret etti.

Büyük âlim Şâh Veliyyullah Dehlevî Hazretleri onun hakkında şöyle buyurur:

“Bu zamanda Mirzâ Cân-ı Cânân Hazretleri gibisi hiçbir bölgede, hiçbir şehirde yoktur. Her kimde tasavvufî makamlara sülûk arzusu varsa onun huzûruna gitsin!”

Nitekim Şâh Veliyyullah Dehlevî’nin talebeleri de, hocalarının emriyle Cân-ı Cânân Hazretlerine gidip intisâb ederlerdi.[3]

Hakk’a vuslatı taleb edenler, her taraftan gelir, onun huzûrunda bulunmaya can atarlardı. Âlimler ve sâlihler, ilâhî feyizlere nâil olmak arzusuyla onun dergâhında toplanırlardı.

Cân-ı Cânân Hazretleri pek çok halîfe ve talebe yetiştirdi. Onları mektuplarıyla da irşâd etti. Bu mektuplarda, kendisine sorulan, kelâm, fıkıh ve tasavvufa dâir meseleleri cevaplandırırdı.[4]

Cân-ı Cânân Hazretleri ifrat ve tefritten kaçarak dâimâ orta yolu takip ederdi. Her işinin Sünnet-i Seniyye’ye uygun olmasına dikkat ederdi. Büyük bir tevâzû sergileyerek şöyle buyururdu:

“Bizden İslâmî ahkâma uygun olmayan bir iş meydana geldiğini gören, hemen îkâz etsin!”[5]

Talebelerine de şu îkazda bulunurdu:

“Bir mü’min, kulluk vazifelerini yerine getirmenin gayreti içinde olmalıdır. Dâimâ ölüme hazır bulunmalıdır. Mü’min, gönül dünyasında bütün nefsânî arzuları bertaraf edince, ölüm ona ilâhî bir hediye olarak gelir. Zira onun bu hâli Cenâb-ı Hakk’a ve Resûlullah Efendimiz’e kavuşmaya vesîledir.”[6]

Cân-ı Cânân Hazretleri, vefâtına yakın ibadetlerini daha da artırdı. Şöyle buyuruyordu:

“Allah Teâlâ, lûtuf ve inâyetiyle bu fakirin her türlü arzusunu ihsân eyledi! Gönlümde şehidlikten başka bir arzu kalmadı. Büyüklerimin ekserîsi şehâdet şerbetini içmişlerdir…”

ŞEHİT EVLİYA

Hicrî 1195 (m. 1781) senesinin Muharrem ayında bir gece birkaç eşkıyâ Hazret’in kapısını çaldı. Üç kişi içeri girdi. İçlerinden biri Cân-ı Cânân Hazretlerine saldırıp hançerledi. Hemen tabip çağırdılar. İdareciler, eşkıyâyı yakalayıp kısas yapmak için aramaya başladılar. Şeyh Hazretleri müstesnâ bir fazîlet sergileyerek şöyle buyurdu:

“–Cenâb-ı Hak sıhhat bulmamı murâd ederse, bu yara her hâlükârda iyileşir. O şahıs yakalanırsa, biz ona hakkımızı helâl ettik, siz de affediniz!”

Üç gün sonra da vefât etti.[7]

CAN-I CANAN HAZRETLERİNİN HİKMETLİ SÖZLERİ

  • “Her amelin bir keyfiyeti vardır. Namaz, bütün keyfiyetleri kendisinde toplamıştır. O, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, tesbîhât, salevât-ı şerîfe ve istiğfar gibi zikirlerin nurlarını ihtivâ eder. Eğer namazın edepleri hakkıyla yerine getirilirse, Asr-ı Saâdet’in hâllerine benzeyen en sağlam ve doğru hâller namazda hâsıl olur.”[8]
  • “Ramazân-ı Şerîf, zikirle uyanık olarak geçirilirse, senenin kalan kısmında da bu güzel hâl devam eder. Eğer bu ayda bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene boyunca görülür.”[9]
  • “Fâsıklarla karşılaşmak, gönüldeki nûru bulandırır.”[10]
  • “Allâh’ın makbûl ve sevgili kullarını sevmek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmanın en kuvvetli sebebidir.”[11]
  • “Ehl-i Beyt imamlarını sevmek, ashâb-ı kirâma tâzim ve hürmet etmek zarurîdir. Doğru yol budur. Âhirette sırât-ı müstakîm, köprü sûretinde zuhûr edecektir. Dünyada doğru yoldan ayrılmayanlar, âhirette Sırât’ı dosdoğru geçeceklerdir.”[12]
  • “Bu yolda olanlar, çok amel işleseler de kibir sıfatının kendilerinde bulunmasından korkarlar. Kendilerini kusurlu görüp devamlı istiğfâr ederler. Küçük günahı büyük, az nîmeti çok görür, devamlı şükre ve rızâya sarılırlar.[13]
  • “Vakitleri, zâhirî amelleri îfâ ederek mâmûr hâle getirmek gerekir. Zira amel-i sâlihlerin nûru, kalbin derli toplu olarak devamlı zikir hâlinde bulunmasına, huzur ve âgâhlığa sebeptir.”[14]
  • “Hadis ilmi; tefsir, fıkıh ve tasavvufun inceliklerini ihtivâ eder. Bu ilmin bereketleriyle îman nûru artar. Bu sâyede sâlih ameller işlemek ve güzel ahlâk hâsıl olur.”[15]
  • “Feyizlere nâil olmak ve müşküllerin halli, bâzen mürşidin sûretinde rüyalarda olur. Bâzen o büyüğün latîfelerinden bir kısmı yine onun sûretinde görünüp işlerin halline vâsıta olur. O büyüğün bâzen bundan haberi olur, bâzen de olmaz. Birisi fakirin yanına gelip:

«–Siz Kâbe-i Muazzama’dan nasıl geldiniz?» dedi. Ben:

«–Kâbe-i Muazzama’ya gitmedim!» dedim. Bana:

«–Sizinle Mekke-i Mükerreme’de görüştük. Şu anda hatırlayamadığım bir mısraı okuyarak beni irşâd etmiştiniz.» dedi.

Böyle hâdiseler ucup ve iftihâra sebep olmamalıdır. Zira bizi ve sizi bahâne yaparlar. Hakîkatte ise bütün işlerin vekîli Allah Teâlâ’dır.”[16]

[1] Kanpûr 1271/1855.

[2] Abdullah Dehlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 26, İstanbul 2002.

[3] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 36.

[4] İrşad maksadıyla Farsça olarak yazdığı 89 mektup, Kelimât-ı Tayyibât ismiyle neşredildi. (Delhi 1309/1891) Talebesi Abdullah Dehlevî Hazretlerinin Makâmât-ı Mazhariyye adlı eserinde de yirmi dört mektubu yer almaktadır. Bütün mektupları Mîrzâ Mazhar Cân-Cânân ki Hutût ismiyle Urduca’ya tercüme edildi. (nşr. Halîk Encüm, Delhi 1962).

[5] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 43.

[6] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 43.

[7] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 82-83.

[8] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 73.

[9] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 73-74.

[10] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 24.

[11] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 43.

[12] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 45.

[13] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 49.

[14] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 50.

[15] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 52.

[16] Abdullah Dehlevî, a.g.e, s. 46.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları