Mes'ûliyet Şuuru Nedir?

ÜMMET

Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yûsuf -aleyhisselâm-’a şöyle sordular: “–Sen, devletin hazinelerine hükmeden bir idârecisin. Neden kendini aç bırakıyorsun?” O ise şu cevabı verdi: “–Karnım tok olursa açların hâlini anlayamam diye korkuyorum!”

İnsan, yaratılanların en şereflisi ve cihânın en güzîde ziynetidir. Cenâb-ı Hak, insanoğluna diğer mahlûkâtına vermediği sayısız nîmet ve kâbiliyetler lûtfetmiştir. Buna mukâbil Allah Teâlâ, kâinâtı ve içindekileri insana emânet etmiş ve bunların tasarrufu hususunda onu mes’ûl tutmuştur.

İnsan; servet, evlât, sıhhat, makam, mevkî gibi kendisine emânet edilen nîmetlerin farkında olmalı ve şükrünü edâ etmeye çalışmalıdır. Bu da onların, Allâh’ın rızâsı istikâmetinde kullanılmasıyla mümkündür.

Cenâb-ı Hak, dünya imtihânının bir îcâbı olarak her kuluna ayrı ayrı hayat şartları takdîr etmiştir. Bütün insanlara aynı meslekî kâbiliyet, aynı maddî ve mânevî husûsiyetler verilmiş olsaydı, dengeli bir hayat nizâmı söz konusu olmazdı. Bunun içindir ki insanlar, birbirini yıkayan iki el gibi yekdiğerine muhtaç kılınmıştır.

Bu durum, mü’minler için îmânî ve vicdânî bâzı hak ve mes’ûliyetler meydana getirmektedir. Allah Teâlâ, insanlar içindeki zayıf ve mahrum kullarından, çektikleri sıkıntılara sabredip bunun ecrine nâil olmalarını istemiştir. Güçlü, varlıklı ve kâbiliyetli kullarına da, şımarmayıp şükretmelerini ve muhtaç kardeşlerine yardımcı olmalarını emretmiştir.

Bir gencin zaman zaman kendisine şunu sorması gerekmez mi?

“–Ben sapasağlam ve sağlıklıyım, fakat falan şahıs niye sakat veya hasta? Ben varlıklıyım, fakat falanca niye fakir ve mahrum?”

Bu sorunun cevabıysa mâlumdur:

“–Allah Teâlâ onu sana emânet etti ve seni ondan mes’ûl kıldı. O hâlde elindeki imkânları, bunlardan mahrum olanlarla paylaşmaya mecbûrsun!..”

MÜSLÜMANLAR BİRBİRLERİNE EMANETTİRLER

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mü’minlerin birbirlerine karşı büyük mes’ûliyetlerinin bulunduğunu bildirmiştir. Buna göre; müʼminlerin, bir duvarın tuğlaları gibi birbirine kenetli olmaları gerekir. Veya bir bedenin âzâları gibi birinin duyduğu acıyı hepsinin hissetmesi lâzımdır. Komşusu açken tok uyumak, İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz. Velhâsıl bütün mü’minler birbirine emânettir.

Allah Teâlâ, bir kuluna ne kadar güç ve imkân vermişse onu o kadar mes’ûl tutar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah hiç kimseyi gücünün yetmediğinden mükellef kılmaz...” (el-Bakara, 286)

Bu âyet-i kerîmenin mefhûm-i muhâlifince, bir kul, gücünün yettiklerini îfâ etmez ise, bundan da mes’ûl olur. Yâni gücümüzün yettiği hâlde yapmadığımız iyiliklerden de mes’ûlüz demektir.

Bu noktada biz mü’minler için çok mühim bir mesele ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; malımızın zekâtını vereceğimiz zaman bunun hesabı bellidir. Lâkin üzerimizdeki diğer nîmetlerde bu hesap açıkça belirtilmemiştir. Mes’ûl olduğumuz vazifeleri tam olarak yapıp yapamadığımızı bilemediğimiz için, namaz, niyaz ve hayır-hasenâtımıza aslâ güvenemeyiz. Zira mes’ûliyetimizin sınırları belki çok daha geniştir de, yaptığımız sâlih ameller o sınırların içerisinde kaybolup gidiyordur.

Sahâbeden Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh- âmâ olduğu için seferden muaf tutulmuştu. Buna rağmen; “Ben de sancağı taşırım.” diyerek Kadisiye Seferi’ne katıldı.

Zira, o mübârek nesil çok iyi biliyordu ki, bir hayrı işlerken yapılan fedâkârlıklar, onun ecrini kat kat artırmaktadır. O hâlde; bâzı mahrûmiyetler içinde bulunsak bile; “Ne yapayım, imkânım yok!” diye bir kenara çekilmemeliyiz. Bu yoldaki engelleri aşarak mes’ûliyetlerimizi yerine getirmeliyiz.

Bir ticaret kervanı gelerek Medîne-i Münevvere’nin yakınında konaklamıştı. Halife Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu yabancı insanların herhangi bir zarara uğramasından endişe etti. Abdurrahman bin Avf Hazretleri’ne:

“–Müsâitsen gel de, bu gece şu kâfileyi hırsızlara karşı bekleyelim?” dedi. İkisi kâfilenin etrafında gece boyunca bekçilik yaptılar. Bir taraftan da boş durmuyor, nâfile namaz kılıyorlardı.

Bir ara Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir çocuk ağlaması işitti. Sesin geldiği tarafa gitti ve çocuğun annesine:

“–Allah’tan kork da çocuğuna iyi davran!” dedi. Sonra yerine döndü. Bu durum birkaç defa tekrar etti. Sonunda Hazret-i Ömer kızarak:

“–Yazıklar olsun sana, nasıl bir annesin! Akşamdan beri çocuğu neden ağlatıp duruyorsun?!” diye çıkıştı. Onu tanımayan anne şu karşılığı verdi:

“–Ey Allâh’ın kulu! Bu gece beni bunalttın! Ben çocuğumu sütten ayırmaya çalışıyorum, o da emmek için direniyor.” dedi. Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Niçin sütten ayırmak istiyorsun?” diye sordu. Kadın:

“–Çünkü Halîfe Ömer ancak sütten kesilen çocuklara maaş bağlıyor.” dedi. Bu cevap karşısında âdeta kanı donan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- çocuğun kaç aylık olduğunu sorup öğrendikten sonra:

“–Allah sana iyilik versin, onu sütten ayırmak için acele etme!” dedi.

Sabah namazının vakti gelmişti. Hazret-i Ömer mihrâba geçmiş, bir taraftan namaz kıldırıyor, bir taraftan da ağlıyordu. Ağladığı için insanlar ne okuduğunu tam olarak anlayamıyordu. Selâm verince:

“–Yazıklar olsun Ömer’e! Kim bilir ne kadar müslüman evlâdına sıkıntı verdi!” dedi. Sonra bir münâdîye emretti ve; “Çocuklarınızı sütten kesmek için acele etmeyin! Çünkü İslâm üzere doğan her çocuğa maaş bağlanacaktır.” diye îlân ettirdi. Daha sonra da bu tâlimâtı yazdırarak bütün İslâm beldelerine gönderdi. (İbn-i Sa’d, III, 301; İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 77)

BİRBİRİMİZDEN MES'ÛLÜZ

 Yetimhânelerdeki kimsesizlerden, sokakların insafına terk edilmiş tinerci çocuklara ve uyuşturucu müptelâsı gençlere kadar bütün insanlar bizim kardeşimizdir. Daha birçoğu rüşdüne ermemiş tâze bahar dalı gibi gençler, göz göre göre toplumun mezbeleliklerine itilmektedirler. Soludukları zehirle ciğerlerini yakmakta, beyinlerini ve kalbî fonksiyonlarını imhâ etmektedirler. Topluma düşman kesilerek çetelerin zorunlu elemanları hâline gelmektedirler. Onlara din, ahlâk ve vatanperverlik duygularını veremediğimiz için kendimizi vicdânen ne kadar mes’ûl hissedebiliyoruz?

İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin komşularından ayyaş bir genç vardı. Bu genç, sabahtan akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz, nâralar atıp küfürler savurarak insanları rahatsız ederdi.

Bir gece gencin nâraları duyulmadı. İmâm, gencin başına bir hâl gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishâneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını ricâ etti. Memurlar ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söylediler. İmâm-ı Âzam Hazretleri kefil oldu ve delikanlıyı hapisten kurtardı.

Durumu öğrenen genç, derhâl İmâm’ın yanına koşup pişmanlık gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına söz verdi. Büyük İmâm, gence şefkatle baktı ve mahzun bir sesle:

“−Delikanlı; aslında seni biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları