"mekke ve Medine'nin Hizmetçisi"

Osmanlı Tarihi

Yavuz Sultan Selim'in Mısır'a düzenlediği seferde yaşanan birbirinden ilginç olaylar...

İslâm birliği yolunda ilerleyen Yavuz Sultan Selîm Han, Şam’a girince, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin bir kerâmeti zuhûr etti. O sağlığında:

“Sîn, şın’a girince benim kabrim bulunacaktır.” buyurmuştu.

Nitekim, Selîm Hân’ın Şam’a girişi ile, Muhyiddîn-i Arabî Haz­ret­le­ri’­nin kabr-i şerîfi keşfedildi.

Bir gün Yavuz Selîm Han, sırdaşı Hasan Can’ı, huzûruna çağırttı. Sohbet esnâsında ona:

“–Anlat bakayım Hasan, bu gece nasıl bir rüyâ gördün?” diye sordu.

Hasan Can, anlatmaya değer bir rüyâ görmediğini söyleyince Yavuz:

“–İnsan bütün bir gece uyur da hiç rüyâ görmez mi? Herhâl­de bir rüyâ görmüşsündür..” diye ısrar etti.

Bir şey hatırlayamayan Hasan Can, mahcub oldu. Daha sonra bir vesîle ile rüyâyı Kapıağası Hasan Ağa’nın gördüğünü öğrendi ve kendisine anlattırdı. Ağa şöyle dedi:

“–Bu gece Harem dâiresi nur yüzlü kimselerle doldu. Sul­tâ­nın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zâtın elinde Sul­tâ­nımız’ın sancağı vardı. O zât bana dedi ki:

«–Biz neye geldik, bilir misin?» Ben de:

«–Buyurun!» dedim. Bunun üzerine:

«–Şu gördüğün mübârek kişiler, Rasûlullah -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbıdır. Hepimizi Rasûl-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultan Selîm Hân’a selâm söyledi ve buyurdu ki: “Harameyn’in (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!..”

Bu gördüğün dört kimsenin biri Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömeru’l-Fârûk, bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn’dir. Ben de, Ali bin Ebî Tâlib’im. Bunu var Sultan Selîm Hân’a müjdele!..» dedi ve âniden hep birlikte kayboldular.”

Hasan Can, Hasan Ağa’nın rüyâsını Sul­tân’a aynen nakletti. Pâdi­şâ­hın mübârek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak:

“–Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me’mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdâdımızdan her biri evliyâlıktan nasîbini almışlardır. Her birinin nice kerâmetleri vardır...” dedi.

Meğer ki Sultan da, o gece aynı rüyâyı görmüş!

Bu mânevî işâretlerle takviye edilen Yavuz:

“–Hasan Ağa da dîvanda bulunsun! Tez Mısır seferi hazırlıklarına başlansın!” dedi ve 1516’da Mısır seferine çıktı.

GÜNDÜZ CEHENNEM GECE İSE BUZ DİYARI

Yavuz, Mısır Memlükleri’nden, daha önce İran’a yardım etmeyeceklerine dâir ahid almıştı. Onlar, bu ahdi bozduklarından üzerlerine yürüdü. Memlük ordusu ile Mercidabık Ovası’nda karşılaştı. Onları, kesin bir şekilde mağlûb etti.

Ancak, bu zaferin ikmâli için Mısır’a ulaşması, stratejik bir zarûretti. Bunun içinse korkunç Sînâ Çölü’nü geçmek gerekiyordu. O, bu güç işi, hiçbir zâyiat vermeden, herhangi bir ikmâl güçlüğü çekmeden on üç günde başardı. Büyük bir askerî dehâ sayılan Napolyon bile, Yavuz’dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardır. Birinci Cihan Harbi’nde, yeni tekniğin verdiği imkânlarla bile bu çölün, ancak on bir günde geçilebilmiş olması düşünülürse, Yavuz’un yaptığı işin azameti daha iyi anlaşılır.

Paşalar ve askerde bu çölün nasıl geçilebileceğine dâir büyük tereddütler vardı. Bu amansız çöl, sanki gündüz cehennem; gece ise, bir buz diyârı idi. Artı 50 ile, eksi 20 arasında değişen bir iklîme sahipti. O sanki kumdan bir denizdi.

Lâkin Yavuz’un azmi ve kat’î kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askerî erkân, hayret ve dehşet içinde idi. «Atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultan, niye atından indi, yürümeye başladı?» diye fısıltılar başladı.

Bu dehşet içinde askerî erkân da, atlarından inip yürümeye başladı. Paşalar, Yavuz Hân’ın can dostu Hasan Can’a:

“–Ne olur Hünkâr’a sor. Bu acep ne iştir?” dediler.

Hasan Can, Yavuz’a merakla, bu hâlin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz:

“–Hasan görmüyor musun; önümüzde Allâh’ın Rasûlü Fahr-i Kâinât -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem- Efendimiz yürüyor?!. O Âlemler Sul­tâ­nı yaya yürürken biz nasıl at üzerinde olabiliriz?..” dedi.

Yavuz’un aşağıdaki şiiri de, onun, Allah Rasûlü -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’e karşı olan hürmet ve muhabbetini ne güzel ifâde eder:

Kimse Sen’siz bulamaz Hakk’a vüsûl

Feyz-i lûtfunla olur merd-i kabûl

«Rahmeten li’l-âlemîn»sin yâ Rasûl

El-meded ey mâden-i nûr-i Hudâ

Ey kerem kânı Rasûl-i Kibriyâ

Kemterindir bu Selîm-i pür-hatâ

Dergehinden ilticâ eyler atâ

El-meded vey mâden-i nûr-i Hudâ

ON MISIR'A BİR SİNAN BEDEL OLMAZDI EY KAZA

İşte bu büyük muhabbet ve hürmetin bir bereketidir ki, Yavuz ve ordusu, girmiş oldukları korkunç Sînâ Çölü’nü, bir bulutun altında, Allah Rasûlü -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetleri ile on üç günde geçtiler. Mısır’ı fethettiler.

Yavuz, 22 Ocak 1517’de Memlükleri, Ridâniye’de tekrar mağlûb etti ve bu sû­ret­le Mısır kat’î olarak fethedilmiş oldu.

Koca Sultan, Memlük sul­tâ­nının cenâzesini bizzat omuzlarında taşımak fazîletini gösterdi.

Mısır’a girmekle iş bitmedi. Memlük askerleri, dehşet saçan sokak muhârebeleri ile mukâvemet ediyorlardı. Memlük fedâîleri, kendilerine Yavuz’u hedef seçmiş bulunuyorlardı. «Yavuz’u öldürür isek, harbi kazanırız.» inancı içinde idiler. Bunu duyan Sinan Paşa, durumu Yavuz’a arz etti. Yavuz’un elbiselerini giydi. Fedâîleri kendi üzerine çekti. Yavuz, arkadan yetişip fedâîleri bertaraf edinceye kadar da şehîd oldu.

Yavuz, Mısır’a girerken, çok mahzûn idi:

“–Mısır’ı aldık, lâkin Sinan Paşa’yı kaybettik!..” diyordu. Bu sözleri ile, âlim bir mücâhidin kaybını, bir Mısır fethine denk görüyordu.

Yahyâ Kemâl, bu hicrânı şu şekilde ifâde eder:

On Mısr’a bir Sinan bedel olmazdı ey kazâ

Kudretlü pâdişâhı bu hâl etti telh-kâm

“Ey kazâ! Sinan Paşa gibi âlim bir devlet adamına on tane Mısır ülkesi bile bedel olamazdı. İşte bu durum -Sinan Paşa’nın fedâ edilmesi-, kudretli pâdişâhı çok üzmüştür.”

Ta­rihin her devrinde, dev şahsiyetler, böyle seçkin kadrolarla devleşmişlerdir.

MEKKE VE MEDİNE'NİN HİZMETÇİSİ

Sultan Selîm Han, 15 Şubat 1517’de parlak bir merâsimle Mem­lük­lü­ler’in sarayına girdi. Devrin vak’a-nüvisi, halkın Yavuz’u Kâhire’de karşılayışını şu şekilde anlatır:

“Halk, Yavuz’un ihtişâmını seyretmek için sokakları ve pencereleri doldurmuş idi. Yavuz’u çok değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengâverlerinin ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, yanındakilerden farklı değildi. Ve önüne bakarak mütevâzı bir şekilde yürüyordu.”

20 Şubat Cuma günü, Melik Müeyyed Câmii’nde okunan hutbede hatîbin kendisinden:

«Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hâkimi)» diye bahsetmesi üzerine der­hâl hatîbe müdâhale ederek;

«–Yok yok! Bilâkis hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hizmetçisi!)» diye ağlayan kanlı gözlerle cevap verdi.

Ardından halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Hâdi­mü’l­-Harameyni’ş-Şerîfeyn’liğini ifâde etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.

Daha sonra mübârek beldelerin kazaskerliğini verdiği Pîrî Paşa’ya söylediği şu sözler de, onun Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetinin samimî ve dervişâne bir tezâhürüdür:

“–Paşa! Mekke ve Medîne pâ­di­şahlığı Server-i Kâinât’ın evlâd-ı kirâmı elindedir. Ben o memleketi asker ile varıp almadım. Onlar, kendi kemâlât, hüsn-i edep ve ihsanlarından dolayı, İslâm birliği yolunda bana itaat eylediler. Bu izzetin mükâfâtı üzerime vâcip­tir. Hak Teâlâ’ya gece gündüz şükrederim ki, o mübârek beldelerde okunan hutbelerde ismim yâd olunur. Bu saâdeti cihan pâ­di­­şahlığına değişmem! Bu itibarla Harameyni’ş-Şerîfeyn’in halkına ne lâzımsa esirgemeyesin! Ve sakın ola o iki mübârek beldenin umûruna müdâhale etmeyesin!”

Mısır seferi esnâsında vuk¯u bulan ehemmiyetli hâdiselerden biri de şudur:

Sefer üzere olunduğundan, birtakım masraflara ha­zi­neden henüz para ulaştırılamamış ve zengin bir kimseden borç alınmıştı. Daha sonra ha­zi­neden para geldi ve defterdar da alınan bu borcu sahibine takdim etti.

Ancak adam, defterdara şöyle bir teklifte bulundu:

“–Servetim hayli çoktur. Bir oğlumdan başka kimsem de yoktur. Kabûl ederseniz, verdiğim paramı ha­zi­neye bağışlayayım. Buna mukâbil siz de benim oğluma devlet kapısında bir iş verin!..”

Defterdar bu talebi Sul­tân’a arz edince Yavuz, son derece öfkelendi ve muhâtabına hiddetle haykırdı:

“–Bana getirdiğin şu usûlsüzlük teklifi dolayısıyla yemin ederim ki seni de teklif sahibini de katlettirirdim. Fakat «Sultan Selîm, parasına tama’ ettiği için bezirgânı ve defterdarı öldürttü.» demelerinden çekinirim. Tez bezirgânın parasını iâde edin ve bir daha huzûruma böyle kânuna uygun olmayan şeyler getirmeyin!”

Sul­tân’ın bu tavrının ardından yapılan tahkîkatta bezirgânın bir yahûdî olduğu tespit edilmiş ve devlet merkezinden de uzaklaştırılmıştır.

Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013