Mânevi Terbiyenin Amacı

Sorularla İslam

Cenâb-ı Hak biz kullarını, meccânen (hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde) “ahsen-i takvîm”, yani en güzel kıvamda ve İslâm fıtratı üzere yarattı. Fakat bizleri imtihan etmek için; “takvâ”ya da “fücûr”a da, yani hayra da şerre de, sevâba da günaha da meyledebilecek vasıfta bir “nefs” ile donattı.

Dünya hayatındaki kulluk imtihanını kazanmak için aşmamız gereken en zorlu engel, kendi nefsimizdir. Nefs engelini aşabilmek için de, onu tezkiye etmemiz, yani mânevî terbiye ve tekâmül yoluna girmemiz zarûrîdir.

İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle buyurur:

“İnsan, balmumu gibidir. Terbiye ile ona -müsbet veya menfî- istenilen şekil verilebilir.”

Meselâ üç yaşındaki iki çocuğun biri, gördüğü bir köpek yavrusuna süt verir, diğeriyse taş atar. Bu, onların aldıkları terbiye farkının bir neticesidir.

İNSANIN HÂL VE DAVRANIŞLARINI ŞEKİLLENDİREN ÜÇ KUVVET

İşte insanın fıtratındaki menfî temâyülleri bertaraf edip müsbet istîdatları geliştirmek için mânevî terbiye gereklidir.

Yine İmâm Gazâlî Hazretleri, insanda, hâl ve davranışları şekillendiren üç fıtrî kuvvet tespit etmiştir. Bunlar:

  1. Kuvve-i Akliyye (aklın gücü),
  2. Kuvve-i Gadabiyye (bedenin öfke gücü),
  3. Kuvve-i Şeheviyye (arzuların gücüdür).

Bu fıtrî kuvvetler de üç şekilde hayata akseder: İfrat, tefrit ve îtidâl.

  • İfrat; ölçüyü aşmak, aşırıya kaçmaktır.
  • Tefrit; aşırılığın zıddıdır. Yani noksanlık ve gevşeklik gösterip ortalamanın altında kalmaktır.
  • Îtidâl ise, ifrat ve tefrîtin ortası, yani hâl ve davranışların makbul olan denge noktasıdır.

Kuvve-i akliyyenin ifrâtı, cerbezedir/taşkınlıktır. Tefrîti, ahmaklıktır. Makbul olan îtidâli ise, aklı vahyin rehberliği altında kullanarak hikmet ve firâsete nâil olmaktır.

Kuvve-i gadabiyyenin ifrâtı, hiddet, yani aşırı öfkedir. Tefrîti, korkaklıktır. Makbul olan îtidâli ise şecaattir; güç ve cesareti yerinde ve lüzumu kadar kullanabilmektir.

NEFSÂNİ ARZULARLA HAREKET ETMEMELİ

Hazret-i Ali -radıyallahu anh-’ın Allah için cenk ettiği bir kâfiri tam öldürecekken, o kâfirin can havliyle yüzüne tükürmesi karşısında, onu öldürmekten vazgeçmesi hâdisesi, bu hususta müstesnâ bir numûnedir.

Zira o mübârek sahâbî, nefsinin öfkesini veya gururunu tatmin maksadıyla değil, sadece Allâhʼın emrini yerine getirmek niyetiyle cihâd ediyordu. Allah rızâsı için yaptığı bu amelini, nefsânî bir arzuyla gölgelememek için de, öfkesini yenerek bu fazîleti sergilemişti. Yani kuvve-i gadabiyyesini vahyin irşâdına râm ederek, onu en makbul şekliyle kullanabilme irâdesini göstermişti.

Kuvve-i şeheviyyenin ifrâtı, fücurdur, edepsizlik ve ahlâksızlıktır. Tefrîti, cümûd yani donukluktur. Makbul olan îtidâli ise, edep, iffet ve hayâdır.

İSLÂM'DA BÜTÜN KUVVETLERİN MEŞRÛ BİR KARŞILIĞI VARDIR

İslâm; aklî, gadabî ve şehevî kuvvetlerle îfâ edilen bütün beşerî davranışları idealize ederek, onların meşrû ve makbul şekillerini belirlemiştir. Meselâ “kâtil” ile “gâzi”, zâhiren aynı fiili işlerler. Fakat kâtil, nefsi hesabına cinâyet işleyip en büyük cürmü irtikâb etmiş olurken; gâzi ise Allah rızâsı için cihâd etme fazîletini işlemiş olur.

“Fâiz” ile “ticâret” arasında da -her ikisi de maddî kazancı temin etmesi bakımından- zâhiren bir benzerlik vardır. Fakat fert ve toplumun hakkını istismâr eden fâiz, haramdır. Ticâret ise helâl bir kazanç vesîlesidir.

“Zinâ” ile “cimâ” da bunun gibidir. Nesilleri mahveden zinâ, haram ve merdut bir fiildir. Hayırlı bir zürriyete ve dolayısıyla huzurlu bir cemiyete vesîle olan iffetli bir âile hayatı ise helâl ve makbuldür. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

(Ve o kullar): «Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!» derler.” (el-Furkān, 74)

MÂNEVİ TERBİYENİN GÂYESİ

Demek ki zâhiren birbirine benzeyen beşerî fiiller, nefislerin ilâhî terbiyeden geçip geçmemesine göre, ya saâdete ya da felâkete müncer olmaktadır.

İşte mânevî terbiyenin gâyesi de; insanın kuvvet ve temâyüllerini ifrat ve tefritlerden koruyup Kurʼân ve Sünnetʼin bildirdiği, makbul olan îtidâl (denge) seviyesine getirmektir. Bu fıtrî temâyüller, kendi hâline bırakılıp terbiye edilmediği takdirde, hayra değil, şerre ve zulme vâsıta olur; fayda yerine zarara sebebiyet verirler.

Bu bakımdan insan, mutlak sûrette tâlim ve terbiyeye muhtaç bir varlıktır.

Cenâb-ı Hak da, en büyük insan terbiyecileri olarak peygamberlerini insanlığa armağan etmiştir. Bilhassa hakkın-hukûkun, insanlığın kaybedildiği câhiliye devirlerinde peygamberlerini göndermiştir. Peygamberler, kendilerine tâbî olanları, vahyin terbiyesi altında yetiştirip olgunlaştırarak, câhiliye karanlıklarından kurtarmış, onları fazîletler medeniyeti inşâ edecek yıldız şahsiyetler hâline getirmişlerdir.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları.