Manevi Hastalıkların Reçetesi

Cemiyet Hayatımız

Manevi hastalıkların reçetesi kitaplardır. Özellikle gönül sultanlarının nurlu kalemleriyle yazılan eserler, manevi bünyemize musallat olan hastalıkları bir nev’i kökünden kazıyorlar.

Tarihini tam olarak hatırlayamıyorum, ama İstanbul’a geldiğim ilk yıllardı. Sol elimin üst tarafında bir çıban çıktı. Gittikçe büyümeye başladı, fena halde şişti. Çok rahatsız oldum. Merhum Doktor Sadullah Nutku’nun Cağaloğlu’ndaki muayenehanesine gittim. Çıbanı gösterdim. Şöyle bir kontrol ettikten sonra hafifçe gülümsedi. Dedi ki: “Sen şimdi bu çıbanı önemli bir şey zannediyorsan yanılıyorsun. Bunun ilacı kolay. Şimdi vereceğim merhemi birkaç defa sür ve elini temiz tut. Birkaç güne bir şey kalmaz.”

Daha sonra konuyu manevi hastalıklara ve tedavi yöntemlerine getirdi. Asıl hastalık içimizde, ama unutmayalım ki manevi dünyamıza musallat olan bu türlü hastalıkların da ilaçları ve reçeteleri var, dedi. Çekmecesinden çıkardığı bir “risale”yi bana uzatarak:

“- İşte o reçetelerden biri, al, oku!” diye tavsiyede bulundu. Ben de o gün, işte böylece iki reçete birden almış oldum. En kısa zamanda ikisinin de faydasını gördüm.

Gıdaları maddi gıdalar, manevi gıdalar diye ikiye ayırdığımız gibi, ilaçları da maddi ilaçlar, manevi ilaçlar diye yine ikiye taksim edebiliriz. Maddi ilaçların, sağlığımızla ilgili tedavinin ne kadar önemli ve lüzumlu olduğunu söylemeye bile gerek yok. Dinimizin de tedaviyi, ilaç kullanmayı emrettiğini öteden beri biliyoruz. Hatta beden ilminin, yani tıbbi bilgilerin din ilminden daha önce geldiğine dair kayıtların bulunduğundan da haberdarız. Bilmem ki belirtmeye gerek var mı? Peygamberimizin sağlıkla ilgili tavsiyelerine, Tıbb-ı Nebevi deniliyor. Konuya bu açıdan bakınca tıp ilmiyle, din ilmi arasında yakın bir alaka olduğu anlaşılıyor.

MANEVİ HASTALIKLARIN REÇETESİ KİTAPLARDIR

Şunu söylemek istiyorum: Maddi tedavi kadar, manevi tedaviye de ihtiyacımız var. Ecdat böyle bir ihtiyacı çok iyi bildiği için şifahanelere büyük önem vermiş. Buralarda musiki ile tedavi yöntemi uygulamış. Evet, musiki ile tedavi söz konusu olduğu gibi, kitapla tedavi de mümkündür. En müzmin ve en yaygın hastalık cehalet hastalığı olduğu için kitapla tedaviye çok önem vermek gerekiyor. Bir kere daha vurgulamak isterim ki, manevi hastalıkların reçetesi kitaplardır. Özellikle gönül sultanlarının nurlu kalemleriyle yazılan eserler, manevi bünyemize musallat olan hastalıkları bir nev’i kökünden kazıyorlar. “Mesnevi” her nev’i hastalığa iyi geliyor. “İhya” her türlü mikrobu imha ediyor. “Şifa-i Şerif”, herif-i nâ-şeriflere bile şifa veriyor. “Vesiletü’n-Necat” manevi kurtuluşa vesile oluyor. “Ahmediye”, “Muhammediye”, her Muhammedîye, Muhammedî bir hediye takdim ediyor.

İstitrat kabilinden belirteyim ki, böyle maneviyat büyüklerinin hem kendileri hem eserleri bazen maddi hastalıkların şifası için bile vesile olabiliyor. Bunun çarpıcı bir örneğine, Hüseyin Vassaf Efendi’nin “Kemâlnâme-i İsmail Hakkı” isimli eserinde rastlıyoruz. Yazarımızın adı geçen kitabının son bölümünde anlattığına göre, kayınvalidesi yakalandığı bir hastalıktan, İsmail Hakkı Bursevi hazretlerinin bir kerametiyle kurtuluyor.

Salihat-ı nisvandan olan bu kadının boynunda bir şişlik meydana geliyor. Bu şişlik, ilerleyen zamanla birlikte büyük bir çıbana dönüşüyor. Kadın son derece asabi olup kalbinden de rahatsızdır. Doktorların verdiği karara göre çıbanın yarılması gerekirken bu mümkün olmuyor. Bir taraftan da kangren tehlikesi kendini gösteriyor. Tabii ki bu durum bütün aile fertlerini büyük bir ümitsizliğe ve üzüntüye sevk ediyor. Hastalığın iyice şiddetlendiği bir sırada bu hanım bir rüya görüyor. Rüyasında İsmail Hakkı Bursevi hazretleri, (yanında Aziz Mahmut Hüdayi ve Üftade Hazretleri de bulunmaktadır.) “Hanım kızım, evladım derdin nedir?” diye soruyor. Hanımın söylemesi üzerine Hazret, mübarek elini çıbanın üstüne koyup teselli ediyor.

“- Merak edilecek bir şey yok, Allah’ın izniyle en kısa zamanda kurtulursun.” diyor. Tam bu sırada, gûya ameliyat yapılmış, çıban yarılıp temizlenmiş gibi sağlıklı bir durum ortaya çıkıyor. Birkaç tas dolusu cerahat akıyor. Kadıncağız büyük bir sevinçle, bütün ev halkını başına toplayıp rüyasını anlatıyor.

Hüseyin Vassaf, bütün bunları anlattıktan sonra diyor ki:

“Hasta bu rüyanın etkisiyle derhal iyileşti. Doktorlar, şaşırıp kaldılar. Kadın, İsmail Hakkı hazretlerine böyle büyük bir muhabbet beslemenin ve her gün bir Fatiha ile kendisini yâd etmenin mükâfatını görmüş oldu. Ayrıca Allah’ın veli kullarına duyulan sevginin, nasıl faydalı bir netice verdiğini  -böylece- bize de göstermiş oldu.”

FATİH DEVRİNİN İMAM-I ÂZAMI

Yüzden fazla âlime, şaire, sanatkâra maddi manevi destek olan Fatih, bu vadide de o kadar ileri gidiyor ki, İstanbul onun zamanında âdeta bir “darü’l-ilim” yani üniversite haline geliyor. Bugünkü İstanbul Üniversitesi bile o devre dayanıyor. Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan gibi tabip bilginlerimizin kitaplarını okursanız, Fatih’in İstanbul Üniversitesi’nin kurucusu ve ilk rektörü olduğunu delilleriyle birlikte öğrenirsiniz.

Tarih kitaplarından anlaşıldığına göre âlimler Fatih’e yakın olmak, onunla düşüp kalkmak için âdeta birbiriyle yarışıyorlar, bu hususta aralarında rekabet olduğu bile biliniyor. Mesela Molla Hüsrev, Fatih’in son derece saygı duyduğu, gönlünü hoş etmek için âzami gayret gösterdiği büyük bir âlimdir. Padişah onun için “Asrımızın İmam-ı Âzamı!” derdi. İstanbul’un ilk kadısı ve belediye başkanı allame Hızır Çelebi vefat edince Molla Hüsrev, İstanbul, Galata, Üsküdar ve Eyüp olmak üzere dört kazaya birden kadı oldu. İstanbul halkı kendisinden hem utanıyor, hem de büyük bir saygı gösteriyordu. Efendi hazretleri Ayasofya’ya geldiği zaman bütün cemaat ayağa kalkıp mihraba kadar yol veriyorlardı. Tabii ki padişah da bu manzarayı Hünkâr Mahfili’nden iftiharla seyrediyordu.

Bir gün Fatih bir düğünde, Molla Gürani’yi sağ tarafına, Molla Hüsrev’i de sol yanına oturttu. Buna gücenen Hoca Efendi, İstanbul’u terk edip Bursa’ya gitti. “Burc-u Evliya” adıyla anılan bu şehirde ders vermeye başladı. Daha sonra padişah gönlünü alarak büyük ikramlarda ve ihsanlarda bulundu. Tekrar İstanbul’a getirip Şeyhülislamlık görevini kendisine verdi. Birçok esere imza atan Molla Hüsrev’in en önemli kitabı Dürer ve Gürer’dir. Vasiyeti üzerine cenazesi Bursa’ya nakledildi.

Kaynak: Dursun Gürlek, Altınoluk Dergisi, Sayı: 427