Kur’ân’ın Rahmet ve Bereketi

KUR’ÂNIMIZ

Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm mü’minler için maddî ve mânevî bereket kaynağıdır. Mü’minler onu okuyup dinlediklerinde, aralarında müzâkere edip anladıklarında ve hükümleriyle amel ederek onu hayatlarında tatbik ettiklerinde yerden bereketler fışkırır, gökten rahmetler yağar. Üzerlerine huzur ve sekînet iner, etraflarını melekler kuşatır. Havada, karada ve denizde bulunan bütün canlılar onlara dua ederler.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’in mübarek bir kitap olduğunu ifade buyurmuştur.[1] Yani o bereketli bir kitaptır. Bereket, hayrın kalıcı ve devamlı olması, çok olup dâimâ artması demektir. Kur’ân da hayrı ve faydaları en çok olan bir lutf-u ilâhîdir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Bu (Kur’ân) da bizim indirdiğimiz bereket kaynağı bir kitaptır. Artık ona uyun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (el-En‘âm 6/155)

O KELÂMULLAHTIR

Kur’ân’ın aslı mübarektir, çünkü o kelâmullahtır. Onu getiren Cebrâîl (a.s) mübarektir. Onun indiği yer olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kalbi mübarektir. Onun nazmı ve tilâveti mübarektir; muhtevâsı, ahkâmı ve delâletleri mübarektir; bıraktığı izler ve hedefleri mübarektir… Hâsılı Kur’ân, her şeyiyle lütuf, her şeyiyle hayır ve her şeyiyle muazzam bir bereket menbaıdır.[2]

Eyfa bin Abd (r.a) şu hâdiseyi nakleder: Irak’tan alınan haraç malları Hz. Ömer’in yanına geldiğinde, Ömer (r.a) ve yardımcısı çıktılar. Hz. Ömer develeri saymaya başladı. Beklenenden fazla olduklarını görünce; “Elhamdülillah!” demeye başladı. Yardımcısı da (âyete telmihte bulunarak):

“–Ey Mü’minlerin Emîri, vallahi bunlar, Allah’ın lûtuf ve rahmetindendir” diyordu. Hz. Ömer (r.a):

“–Hayır, yanlış söylüyorsun. Bunlar Allah’ın: «Ancak Allah’ın lûtfu ve rahmetiyle sevinsinler…»[3] âyetinde bahsettiği şeyler değildir. Allah’ın lûtuf ve rahmeti; hidâyet, Sünnet ve Kur’ân’dır. Mü’minler bunlarla sevinsinler. Bu gelen mallar âyetin: «Allah’ın lûtuf ve rahmeti, onların topladığı şeylerden daha hayırlıdır» kısmında bahsedilen şeylerdendir. Çünkü bu mallar da insanların topladıklarındandır” dedi.[4]

KUR’ÂN-I KERÎM MÜ’MİNLER İÇİN MADDÎ VE MÂNEVÎ BEREKET KAYNAĞIDIR

Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm mü’minler için maddî ve mânevî bereket kaynağıdır. Mü’minler onu okuyup dinlediklerinde, aralarında müzâkere edip anladıklarında ve hükümleriyle amel ederek onu hayatlarında tatbik ettiklerinde yerden bereketler fışkırır, gökten rahmetler yağar. Üzerlerine huzur ve sekînet iner, etraflarını melekler kuşatır. Havada, karada ve denizde bulunan bütün canlılar onlara dua ederler. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Şayet onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından onlara indirileni (Kur’ân’ı) doğru dürüst uygulamış olsalardı göğün ve yerin türlü türlü nimetlerinden faydalanırlardı. İçlerinde aşırılığa kaçmayan bir zümre var, çoklarının yaptıkları işler ise pek kötüdür.” (el-Mâide 5/66)

İnsanlar kendilerine indirilen ilâhî kitapları yaşasaydılar, yağmurlar yağar, yeryüzü bereketlerini bol bol çıkarır, herhangi bir sıkıntı, meşakkat ve zorluğa uğramadan rızıkları genişlerdi.[5] Diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“O ülkelerin insanları inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar; biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.” (el-A‘râf 7/96)

Bugün de Kur’ân yaşandığında Allah Teâlâ aynı bereketleri ihsân eder.

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ın hükümlerini yaşamanın getireceği bereketi şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Allah’ın had cezâlarından birinin yerine getirilmesi, bir beldeye kırk gece rahmet yağmuru yağmasından daha hayırlıdır.”[6]

Kur’ân’ın bereketiyle hem ferdin hem de toplumun hayatına huzur ve emniyet gelir.

Allah Teâlâ’nın Kur’ân ile meşgul olanları sevdiğini gösteren bir hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:

“Aziz ve celîl olan Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kim, Kur’ân-ı Kerîm’i okuma meşguliyeti sebebiyle benden arzusunu talep edemezse, ben ona, isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.”[7]

KUR’ÂN’IN BEREKETİYLE İNSANLAR ALLAH VE RASÛLÜ NAZARINDA KIYMET KAZANMIŞLARDIR

Kur’ân’ın bereketiyle insanlar Allah ve Rasûlü nazarında kıymet kazanmışlardır. Kur’ân ehli, Allah’ın ehli ve has kulları olmuştur.[8] Kur’ân’ın bereketine misâl olarak şu hâdiseyi zikredelim: Bir kadın Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelerek:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, kendimi size hibe etmeye geldim” demişti. Rasûlullah (s.a.v) kadının hâline nazar ettikten sonra başını yere eğdi. Kadın, Allah Rasûlü’nün, kendisi hakkında bir hüküm vermediğini görünce oturdu. Derken Efendimiz’in ashâbından bir zât ayağa kalkıp:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Sizin ihtiyacınız yoksa onu bana nikâhlayabilir misiniz!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Yanında (buna mehir olarak verecek) bir şeyler var mı?” diye sordular. O zât:

“–Hayır vallahi yâ Rasûlallah!” deyince Efendimiz (s.a):

“–Âilene git bak bakalım, bir şeyler bulabilecek misin!” buyurdular. Sahâbî gitti ve az sonra geri geldi:

“–Hayır vallahi ey Allah’ın Rasûlü, hiç bir şey bulamadım!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) tekrar:

“–İyi bak, demirden bir yüzük de mi yok!” buyurdular. Sahâbî tekrar gidip bir müddet sonra geldi ve:

“–Hayır vallahi ya Rasûlullah, demirden bir yüzük bile bulamadım! Ancak işte şu izârım var, yarısı onun olsun” dedi. Adamın ridâsı[9] bile yoktu. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–İzârını ne yapsın? Sen giyecek olsan onun üzerinde bir şey kalmaz, o giyecek olsa senin üzerinde bir şey kalmaz!” buyurdular. Bunun üzerine sahâbî oturdu. Epey bir müddet oturduktan sonra kalktı. Rasûlullah (s.a.v) onun dönüp gittiğini görünce, geri çağrılmasını istediler. Ashâb-ı kirâm hemen o adamı çağırdılar. Gelince, Peygamber Efendimiz:

“–Kur’ân’ın ne kadarını biliyorsun?” diye sordular. Sahâbî:

“–Şu şu sûreleri biliyorum!” diye bildiklerini saydı. Efendimiz (s.a.v):

“–Bunları ezbere okuyabiliyor musun?” diye tekrar sordular. Sahâbî: “Evet!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Haydi, git, Kur’ân’dan bildiğin kısımları (kendisine öğretmen) karşılığında kadını sana nikâhladım” buyurdular.[10]

Bu hâdisede pek çok fazilete şâhit olmaktayız. Hanım sahâbînin Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e muhabbet, teslîmiyet ve itaati, mihir olarak Kur’ân öğrenmeyi kabul etmesi, Allah Rasûlü’nün Kur’ân öğrenmeye verdiği ehemmiyet ve Kur’ân’ın bereketi… Bütün bunlar Kur’ân’ın kıymetini bilen ve onu yaşayan insanların yapabileceği faziletli davranışlardır.

KUR’ÂN’IN KIYMETİNİ BİLEN VE ONU YAŞAYAN İNSANLARIN YAPABİLECEĞİ FAZİLETLİ DAVRANIŞLAR

Ebû Hüreyre (r.a) Kur’ân’ın rahmet ve bereketini şöyle ifade eder: “Bir ev, kendisinde Kur’ân-ı Kerîm okunduğu için ehline genişler, oraya melekler gelir, şeytanlar oradan kaçar ve o evin hayr u bereketi artar. Bir ev de, kendisinde Kur’ân-ı Kerîm okunmadığı için ehline daralır, oradan melekler uzaklaşır, şeytanlar oraya gelir ve o evin hayr u bereketi azalır.”[11]

Ebû Mûsâ (r.a) da aynı minval üzere şöyle buyurur: “Bu Kur’ân sizin için ecir olur, zikir olur, nûr olur. Buna mukâbil bir de aleyhinize günah olur. Kur’ân’a tâbî olup peşinden gidin, ama sakın o sizin peşinizden gelmesin! Kim Kur’ân’ı tâkip ederse Kur’ân onu Cennet bahçelerine götürür. Kimi de Kur’ân tâkip ederse (yani o kimse Allah’ın hükümlerini yaşamazsa) Kur’ân-ı Kerîm o kimseyi ensesinden ittirerek Cehennem’e atar.”[12]

Sâbit bin Aclân (r.a) şöyle buyurur: “Allah Teâlâ, Yeryüzü ehline (günahkârlara) azab etmek ister. Ama çocuklara hikmet (Kur’ân) öğretilme seslerini işitince onlardan bu azâbı uzaklaştırır.”[13]

Allah Rasûlü (s.a.v) Kur’ân’ın âhiretteki bereketine dâir şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyamet günü Kur’ân gelip, (onunla hemhâl olan kişi için) şöyle der:

«–Yâ Rabbî, onu süsle!» Bunun üzerine ona kerâmet[14] tâcı giydirilir. Kur’ân:

«–Yâ Rabbî, ona daha fazlasını ihsân eyle!» der. Kur’ân’ı okuyup yaşayan kişiye bu sefer kerâmet elbisesi giydirilir. Kur’ân:

«–Yâ Rabbî, ondan râzı ol!» der. Allah Teâlâ da Kur’ân ehli kişiden râzı olur ve ona:

«–Oku ve yüksel!» denir. Okuduğu her âyetle hasenesi artırılır.”[15]

Kur’ân’a hizmetin bereketini gösteren bir rüyâyı büyük âlimlerimizden İbnü’l-Cevzî (v. 597) Sıfatü’s-Safve isimli eserinde şöyle nakleder:

Süleym bin Îsâ şöyle anlatır: “Yedi kıraat imamından biri olan Hamza bin Habîb ez-Zeyyât’ı ziyârete gittim. Bir de baktım ki secdeler ediyor, yüzünü toprağa sürerek ağlıyordu. Büyük bir endişeye kapıldım ve korku içinde:

“–Allah’a sığınırım, Allah seni korusun! Bu hâlin nedir?” dedim. İmâm Hamza (r.a):

“–Niçin endişeleniyor, Allah’a sığınıyorsun?” dedi ve içinde bulunduğu hâlin sebebini şöyle anlattı: “Bu gece rüyamda sanki kıyamet kopmuş, bütün insanlar toplanmıştı. Onların içinden Kur’ân okuyanları huzûr-i ilâhîye çağırdılar. Bu dâvete icabet edenler arasında ben de vardım. Gâipten gelen son derece tatlı bir ses:

“–Huzura Kur’ân’la amel edenlerden başkası girmesin!” diyordu. Ben kendimi oraya lâyık görmeyerek geri geri gitmeye başladım. Aynı ses: “Hamza bin Habîb de gelsin!” diye ismimle çağırdı. Ben de: “Ey Allah’ın dâvetçisi emret, buradayım!” dedim. Hemen bir melek önüme çıkarak: “O sesin sahibi Cenab-ı Hak’tır, bu sebeple «Emret ey Rabbim!» diye cevap ver!” diyerek beni îkāz etti. Ben de hemen: “Emret ey Rabbim” dedim.

Beni Kur’ân sadâlarıyla dolup taşan son derece güzel bir saraya aldılar. Bütün vücûdum titremeye başladı. Gâipten bir ses bana: “Korkmana gerek yok. Şuraya çık ve oku!” buyurdu. Bir de baktım, beyaz inciden yapılmış bir minberin önündeyim. Minberin iki kenarı sarı yâkutlarla süslenmişti. Basamakları da yeşil zebercedden yapılmıştı. O ses bana tekrar: “İşte buraya çık ve oku!” buyurdu. Ben minbere çıktım. Yine o tatlı ses: “Enʻâm Sûresi’ni oku!” buyurdu. Ben kime okuduğumu bilmeden okumaya başladım. Altmış âyet okudum. “O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir”[16] âyetine gelince o tatlı ses bana:

“–Ey Hamza, ben kullarım üzerinde yegâne kudret ve tasarruf sâhibi değil miyim?” buyurdu. Ben: “Evet, öylesin ey Rabbim!” dedim. Cenâb-ı Hak:

“–Doğru söyledin, okumaya devam et!” buyurdu. Ben sûrenin tamamını okudum. “Devâm et!” buyurdu. Aʻrâf Sûresi’ne başladım ve tamâmını okudum. Secde âyeti olan son âyeti okuyunca tilavet secdesi yapmak üzere eğildim. Cenâb-ı Hak:

“–Dünyada yaptığın secdelerin yeter ey Hamza! Şimdi secde yapmana gerek yok. Zira burası ibadet yeri değil, mükâfat yeridir!” buyurdu. Devamla:

“–Sana bu kırâatı kim öğretti?” buyurdu. Ben:

“–Hocam Süleyman” dedim.

“–Süleyman’ı kim okuttu?” buyurdu.

“–Hocası Yahyâ” dedim.

“–Yahyâ vazifesini doğru yaptı. O kimin huzurunda okudu?” buyurdu.

“–Ebû Abdurrahman es-Sülemî’ye okudu” dedim.

“–Ebû Abdurrahman es-Sülemî vazifesini doğru yaptı” buyurdu. Sonra: “Pekiyi Ebû Abdurrahman es-Sülemî’yi kim okuttu?” buyurdu.

“–Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in amcasının oğlu Ali okuttu” dedim.

“–Ali de vazifesini doğru yaptı” buyurdu.

“–Pekiyi Ali’yi kim okuttu?” buyurdu.

“–Rasûlün Muhammed (s.a.v)” dedim.

“–Rasûlümü kim okuttu?” buyurdu.

“–Cibril (a.s)” dedim.

“–Cibrîl’i kim okuttu?” buyurdu. Bunun üzerine ben Cenâb-ı Hakk’ın heybetinden konuşamaz oldum. Cenâb-ı Hak:

“–Ey Hamza, «Sen okuttun!» de!” buyurdu. Ben de:

“–«Sen» demeye cesaret edemiyorum ey Rabbim!” dedim.

“–Bana «Sen» diye hitâb et!” buyurdu. Ben de:

“–Sen okuttun ey Rabbim!” dedim.

“–Doğru söyledin” buyurdu. Sonra:

“–Ey Hamza, Kur’ân hakkı için bütün Kur’ân ehline ikramda bulunacağım, onların şereflerini yücelteceğim. Bilhassa da Kur’ân’la amel edenlere akla hayale gelmeyen ikram ve ihsanlarda bulunacağım. Ey Hamza, Kur’ân benim kelâmımdır. Ben kimseyi Kur’ân ehlini sevdiğim kadar sevmedim. Yaklaş ey Hamza!” buyurdu. Ben de yaklaştım. Bana en değerli Cennet kokusundan bolca sürdükten sonra buyurdu ki:

“–Bunu yalnız sana yapmıyorum. Aynı ikrâmı senden önceki benzerlerine de yaptım, senden sonrakilere de yapacağım. Kur’ân’ı benim okuttuğum gibi okutup, bundan maksadı da sadece benim rızâmı kazanmak olan herkese büyük nimetler lütfedeceğim. Bu, sana hazırladığım ikramın görünen kısmı. Görünmeyenleri daha fazla. Arkadaşlarına benim Kur’ân ehlini ne kadar çok sevdiğimi haber ver. Onlara nasıl muâmele edeceğimi bildir. Çünkü onlar benim en seçkin kullarımdır. Ey Hamza, izzet ve celâlim hakkı için söylerim ki Kur’ân okuyan dile ateşle azâb etmem. Onu ezberleyen kalbe ateş değdirmem, onu dinleyen kulağa, ona bakan göze azâb etmem!” Ben:

“–Sübhâneke sübhânek! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ey Rabbim! Buna nasıl ulaşılabilir acaba? (Arkadaşlarımın çoğu kurrâ hâfız olamaz!)” dedim. Cenâb-ı Hak:

“–Ey Hamza, Kur’ân’ı yüzünden okuyanları neden hesaba katmıyorsun?” buyurdu. Ben:

“–Ey Rabbim, onlar Kur’ân hâfızları mı ki?” dedim.

“–Hayır, lâkin ben onların Mushaf’tan okumalarını da kaydediyorum. Bana kavuştukları zaman okudukları her bir âyet mukabilinde onları Cennet’te bir derece yükselteceğim!” buyurdu.”

Bu rüyâyı anlatan Hamza, Süleym bin Îsâ’ya dönüp: “Şimdi ağlayıp yüzümü toprağa sürdüğüm için beni hâlâ ayıplıyor ve buna şaşıyor musun?” dedi.[17]

İmâm Hamza hicrî 156 senesinde vefat etti. Bir zât diğer kıraat imamı Kisâî’yi vefatından sonra rüyâda gördü. Yüzü ayın on dördü gibi parlıyordu. Ona:

“–Cenâb-ı Hak sana nasıl muâmele etti?” diye sordu. O da:

“–Allah Teâlâ beni Kur’ân’a hizmetlerim sebebiyle mağfiret eyledi” dedi.

“–Peki, İmam Hamza’ya nasıl muâmele etti?” diye sordu. İmam Kisâî:

“–O İlliyyîn’dedir. Biz onu semânın ufkundaki parlak yıldız (el-Kevkebü’d-Dürrî) gibi görürüz!” cevabını verdi.[18] Çünkü İmâm Hamza ibadete düşkün, huşû sahibi, zâhid, şüpheli şeylerden kaçınan (verâ sahibi), Allah’a itaatkâr ve takvâ sahibi bir insandı. Kur’ân ilimlerini ve tefsirini çok iyi bilirdi, aynı zamanda hadis hâfızıydı. Ferâiz ilmini ve Arapçayı da çok iyi bilirdi.[19]

Hiçbir şeref yoktur ki Kur’ân ona giden bir yol olmasın! Hiçbir hayır ve bereket olmasın ki Kur’ân’ın âyetlerinde ona bir delil bulunmasın! Kur’ân; dünyada arkadaş, kabirde dost, Sırât’ta nûr, Cennet’te refîk, Cehennem’e karşı perde ve hayırlara rehberdir. Kur’ân, dünyanın ve âhiretin zînetidir.

Dipnotlar:

[1] el-En‘âm 6/92, 155; el-Enbiyâ 21/50; Sâd 38/29.

[2] Bkz. Dûserî, Azametü’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 367.

[3] Yûnus 10/58.

[4] İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 229; İbn Kesîr, Tefsîr, 4: 275.

[5] İbn Kesîr, Tefsîr, 3: 148.

[6] İbn Mâce, Hudûd, 3.

[7] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 25/2926.

[8] İbn Mâce, Mukaddime, 16; Ahmed, 3: 127, 242; Hâkim, Müstedrek, 1: 743.

[9] İzâr, belden aşağıyı örten giyecek, peştamal. Ridâ, omuz-bel arasını örten giyecek, üst elbise.

[10] Buharî, Fedâilü’l-Kur’ân, 22, 21, Nikâh, 6, 32, 35, 51, Vekâle, 9, Libas, 49; Müslim, Nikâh, 76; Muvatta’, Nikâh, 8; Ebû Dâvud, Nikâh, 31/2111; Tirmizî, Nikâh, 22/1114; Nesâî, Nikâh, 62.

[11] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1.

[12] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1.

[13] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 4.

[14] Kerâmet: Şeref, izzet, ilâhî ikrâm gibi mânâlara gelir.

[15] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18/2915.

[16] el-Enʻâm 6/61.

[17] Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, Kâhire: Dâru’l-Hadîs, 1421/2000, 2: 90-91.

[18] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 2: 91-92.

[19] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 2: 90.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları