Kur’ân Eğitiminin Önemi

KUR’ÂNIMIZ

İnsan için eğitim çok mühimdir. Faydalı alışkanlık ve kâbiliyetleri hep eğitimle kazanır. Kur’ân-ı Kerîm gibi ebedî saadeti kazandıran büyük bir kitaptan hakkıyla istifade edebilmesi için de onun eğitimini alması gerekmektedir. Kuran eğitiminin önemi ve fazileti ile ilgili örnekler...

İnsanlar kendi hâllerine bırakıldıklarında Kur’ân’ın ehemmiyetini idrak edemeyebilir veya hakikatlerine eremezler de büyük bir hayırdan mahrum kalırlar. Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.v) yanında bulunan ashâbının ve kendisine gelen heyetlerin Kur’ân ve Sünnet’i öğrenmeleri husûsuna çok ehemmiyet verirlerdi. Müsait olurlarsa bizzat kendileri ilgilenir, bir işle meşgul iseler ashâbından ehil olanları bu mühim vazifeye vekîl tâyin ederlerdi.[1] Medîne’ye gelen heyetler geri dönerken onlardan, burada öğrendikleri şeyleri memleketlerinde öğretmelerini isterlerdi.[2] Umeyr bin Vehb, Medîne’ye gelip, gördüğü bir mûcize karşısında müslüman olduğunda Rasûlullah (s.a.v) ashâbına:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz!..” buyurmuşlardı.[3]

İbn-i Mes’ûd (r.a) şöyle demiştir:

“Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim, Allah’ın kitâbından hiçbir sûre indirilmemiştir ki ben onun nerede nâzil olduğunu bilmeyeyim. Yine Allah’ın kitâbından hiç bir âyet indirilmemiştir ki ben onun kimin hakkında nâzil olduğunu bilmeyeyim. Bir kimsenin Allah’ın kitâbını benden daha iyi bildiğini duysam ve deveyle ona ulaşmak da mümkün olsa, hiç durmaz hemen yola düşerim.”[4]

ONDAN NASİBİNİZİ ALINIZ!

Rasûlullah (s.a.v) Vedâ Haccı esnâsında:

“‒Ey insanlar! İlim sizden alınmadan ve ortadan kaldırılmadan evvel ondan nasîbinizi alınız!” buyurmuşlardı… Bir bedevî şöyle sordu:

“‒Yâ NebiyyAllah! İlim bizden nasıl kaldırılır? Ellerimizde Mushaf nüshaları mevcut, onu bütün muhtevâsıyla öğrendik, kadınlarımıza, çoluk çocuğumuza ve hizmetçilerimize de öğrettik…”[5]

Sahâbînin bu suali bize, ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı Kerîm’i yazma, öğrenme ve öğretme gayretlerinin ne safhada olduğunu göstermektedir. Üstelik bir de bu sahâbî şehirde yaşayan biri değil, dağlarda ve çöllerde çobanlık yapan, zor şartlarda hayat süren bir insan. Buna rağmen Kur’ân-ı Kerîm’i âilelerinden sonra hizmetçi ve kölelerine kadar öğrettiklerini söylüyor.

Ashâb-ı Suffe’ye muallim tâyin edilen Ubâde bin Sâmit (r.a), insanlara Kur’ân ve yazı öğrettiğini ifade eder. O ve diğer sahâbîler, dışarıdan gelen insanları evlerine misâfir eder, onlara ikram ve ihsanlarda bulunur ve Kur’ân-ı Kerîm öğretirlerdi.[6] Nitekim yine Ubâde (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) çoğu zaman meşgul edilirlerdi. Ona bir muhâcir geldiğinde onu bizden birine teslim eder, o da ona Kur’ân öğretirdi. Yine bir defasında Rasûlullah (s.a.v) bana bir adam vermişti. Evde benimle birlikte kalırdı, âilemin yemeğinden ona yedirirdim. Ben ona Kur’ân öğretiyordum…”[7]

Diğer bir rivayette o, “Ashab-ı suffeden bazı insanlara yazı yazmayı ve Kur’ân’ı öğrettim” demiştir.[8] Bu rivayetler onların ne kadar yoğun bir eğitim faaliyeti içinde olduğunu göstermektedir.

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’YE GELEN HEYETLERE KUR’ÂN VE FIKIH ÖĞRETİLİRDİ

Übey bin Kâʻb (r.a) da Medîne-i Münevvere’ye gelen heyetlere Kur’ân ve fıkıh öğretirdi.[9]

Rasûlullah (s.a.v), Abbâd bin Bişr (r.a)’i Benî Mustalik kabilesinin zekâtlarını toplamak üzere göndermişti. Abbâd (r.a) Mustalikoğulları’nın yanında on gün kaldı. Onlara Kur’ân-ı Kerîm okuttu, İslâm’ın esaslarını ve ahkâmını öğretti. Daha sonra kendilerinden memnûn kalarak Rasûlullah Efendimiz’in yanına döndü.[10]

Demek ki Müslümanların devlet başkanından, memuruna, kumandanından askerlerine kadar herkes Kur’ân ve din eğitimi için gayret ediyordu. İşte meşhur kumandan Hâlid bin Velîd… Rasûlullah onu bir sefere göndermişlerdi. Hâlid (r.a) oradan Allah Rasûlü’ne yazdığı mektupta, Benü’l-Hâris kabilesini İslâm’a dâvet ettiğini, onların da toptan İslâm’a girdiğini haber verdikten sonra şöyle devam eder:

“Bu kabilenin içinde ikâmet ediyorum, onlara Allah’ın emrettiği şeyleri söylüyor, nehyettiklerinden sakındırıyorum. Allah Rasûlü’nün bundan sonra nereye gideceğimi bildiren mektubu gelinceye kadar onlara İslâm’ın esaslarını ve Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini öğreteceğim. Ve’s-selâmu aleyke yâ Rasûlallah!”[11]

Allah Rasûlü (s.a.v), hicretin 8. yılında Amr bin Âs’ı Umman kralı Ceyfer’le kardeşi Abd’e göndermişlerdi. Amr, onları İslâm’a davet edecekti. Allah Rasûlü (s.a.v), Kur’ân-ı Kerîm’i çok iyi okuyan ve bilen sahabîlerden Ebû Zeyd el-Ensârî’yi de onunla birlikte gönderdiler. Umman halkı kelime-i şehadet getirmeyi kabul ederek Allah’a ve Rasûlü’ne boyun eğecek olurlarsa, Amr bin Âs orada yönetim işleriyle uğraşacak, müslüman zenginlerden sadaka ve zekâtlarını toplayarak yoksullara dağıtacak, mecusilerden (ateşe tapanlardan) cizye alacak, müslümanlar arasındaki dâvâları da halledecekti. Ebû Zeyd ise; namaz kıldıracak, halka İslâm’ı anlatacak, Kur’ân-ı Kerîm’i ve sünnetleri öğrete­cekti.[12]

Yine Rasûlullah (s.a.v) Muâz ibn-i Cebel ile Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi Yemen’e gönderdiler. Onlara insanlara Kur’ân öğretmelerini emrettiler.[13]

Hz. Ömer (r.a), hilâfeti zamanında Yezit bin Abdullah’ı merkezden uzakta yaşayan bedevilere Kur’ân öğretmek için gönderdi ve bedevî kabilelere giderek öğrenim derecelerini tespit için Ebû Süfyan’ı da müfettiş tayin etti. O ayrıca Medine’de çocuklara Kur’ân öğretmesi için üç sahabîyi vazifelendirip her birine aylık 15 dirhem maaş bağladı ve yetişkinler de dâhil herkese kolayından en az beşer âyet öğretilmesini emretti.[14]

Hz. Ömer (r.a), Şam vâlisinden gelen talep üzerine Muaz bin Cebel, Ubâde bin Sâmit ve Ebû’d-Derdâ’yı oraya Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînin ahkâmını öğretmek üzere gönderdi. Onlara:

“–Tebliğ ve tâlime Humus şehrinden başlayın. İnsanları farklı istidatlarda bulacaksınız. Bazıları vardır ki çok çabuk kavrar. Böylelerini tesbit ettiğinizde insanların bir kısmını Kur’ân öğrenmeleri için onlara yönlendirin. Humus’ta belli bir ilerleme kaydettikten sonra biriniz orada kalsın, biriniz Şam’a, diğeriniz de Filistin’e gitsin” tavsiyesinde bulundu. Bu güzîde sahâbîler Humus’ta bir süre birlikte hizmet ettikten sonra Ubâde orada kaldı, Ebu’d-Derdâ Şam’a, Muaz bin Cebel de Filistin’e gitti. Muâz (r.a) Filistin’de vebâdan vefât edince bu sefer Ubâde (r.a) oraya geldi. Ebu’d-Derdâ (r.a) ise hayatının sonuna kadar Şam’da kaldı.[15]

İLİM HALKALARI KURULDU

Ebu’d-Derdâ (r.a) Şam’da uzun süre yaşadı ve orada çok meşhur bir ilim halkası kurdu. Talebelerinin sayısı 1600’ü aşıyordu. Onları onar kişilik gruplara ayırır, toplu olarak ve grup grup dersler verirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra hemen derse başlardı.[16] Benzer metodlar başka sahâbî ve tâbiîn tarafından diğer şehirlerde de tatbik ediliyordu.[17] Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a) Basra’da halka ders verirdi. Saflar arasında bir o yana bir bu yana giderdi. Onlara secde âyeti de öğretir ve sonunda tek secde yapardı.[18]

İslâm’ın ilk günlerinden itibaren günümüze kadar ömrünü Kur’ân’a vakfetmiş nice âlim ve hocalarımız olmuştur. Bunların pek çoğu isimsiz kahramanlardır. Sadece kayda geçirilen ve bilinenleri anlatmak istesek ciltler tutar. Bunlardan bir misal daha zikretmek istiyoruz: Büyük kıraat imamlarından Ebû Mansûr Hayyât (v. 499) senelerce Kur’ân öğretmiş, Zehebî’nin tabiriyle nice ümmetler kendisinden Kur’ân öğrenmişlerdi. Akşam ile yatsı namazı arasında Kur’ân’ın yedide birini okumayı vird edinmişti. Keramet ehli bir insandı. Uzun seneler Allah rızası için âmâ insanlara Kur’ân ezberletti. Kendisi okuyarak telkin yoluyla onlara ezberletiyordu. Ayrıca onların ihtiyaçlarını karşılamak için de gayret eder, infaklarda bulunurdu. Sadece âmâ talebelerinin sayısı yetmişe ulaşmıştı. Vefatından sonra rüyada görüldü, “Allah, çocuklara Fâtiha öğrettiğim için beni mağfiret eyledi” dedi.[19]

Osmanlı padişahlarından Mehmed Reşâd, saraydaki çocukların Kur’ân ve dinî bilgileri okumaları için bir hoca tutmuştu. Ders görecek şehzade ve sultanlardan bir kısmının annesi olan Ünsiyar Hanım Kur’ân tâlimine gösterdikleri ihtimamın bir göstergesi olarak hocaya:

“–Merak etmeyin! Bu hususta ne ihtiyâcınız varsa derhal tedârik olunacaktır. Yalnız sizden ricâm şudur: Dershâneden içeri girer girmez sultanlık yoktur. İstediğiniz gibi kendilerine muâmelede serbestsiniz. Şevketmeâb Efendimiz’in irâdeleri ile evvelâ Kur’ân-ı Azîmüşşan hatmedilecek, ondan sonra mektep derslerine başlanacaktır” tembihinde bulundu.[20]

Saray hatıralarını yazan Safiye Hanım, Kur’ân eğitiminin sâdece küçüklerle sınırlı kalmadığını Sultan Reşad’ın da Allah’ın Kelâm’ı ile dâima beraber olduğunu ve çok güzel Kur’ân okuduğunu bildirmektedir. Pâdişah, Kur’ân’la öylesine ünsiyet kazanmış ki gâyet yumuşak tabiatlı olmasına rağmen haklı olarak birine hiddetlendiği vakit derhal abdest alıp Kur’ân-ı Kerim okumaya başlarmış. Buna rağmen öfkesi geçmezse bir de namaza dururmuş.[21]

Safiye Hanım’ın anlattığı şu hâdise, o zamanda yaşayan yediden yetmişe bütün insanların Kur’ân’a olan aşklarını daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Ziyaeddin Efendi’nin haremlerinden Meleksiran Hanımefendi’nin büyük vâlidesi Kur’ân-ı Kerim’i az bilirlermiş. Bilgisini tamamlamak arzusunda olduğunu bana söylediler. Bittabi büyük bir memnuniyetle hizmetine âmâde olduğumu bildirdim. Bu ihtiyar hanım Kur’ân-ı Kerim’i hatmedinceye kadar iki defa gözlüklerinin camını değiştirmiş ve büyütmüştü. Vakayı Padişaha nakletmişler, pek mütehassis olmuş:

«–Bu büyükhanımın hatim cemiyetini bizzat yaptıracağım. Mutantan bir hatim cemiyeti isterim. Muallime hanıma da böylece bunu selamlarımla birlikte söyleyiniz!» demiş.”[22]

SEN KUR’ÂN OKUMASINI BİLİYOR MUSUN?

Kemaleddin Altıntaş Hocamız’ın anlattığı şu hâtıra da hakikaten ibret alınacak bir hizmet örneğidir:

“Trablusgarplı Tevfik Uysalel isimli bir hocam vardı. Çocukken Türkiye’ye gelip yerleşmişler. Kuleli Askerî lisesinde okumuş, Topçu Binbaşı idi. İstanbul Aksaray’da otururdu. Kuvvetli bir hafızdı. Emekli olduktan sonra benim hafızlık hocam Tevfik Efendi’den Aşere-Takrib okudu. İki hocamın ismi de Tevfik idi. Emekli binbaşı olan hocam kendisini İslâm’a vakfetmiş bir insandı. Köylere gider, hoş-beşten sonra;

“–Komşular, ben sizin köyünüzü çok sevdim, kiralık bir odanız var mı?” der, orada bir oda kiralardı. Ardından, köyde kimi görürse ona:

“–Sen Kur’ân okumasını biliyor musun?” diye sorardı. “Yok bilmiyorum” derse;

“–Peki, öğrenmek ister misin, ben sana Kur’ân öğreteyim” derdi. Hemen münasip bir yere oturur, öyle sınıf, oda filan aramazdı, başlardı Kur’ân öğretmeye. Şöyle küçük bir çantası vardı. Ona bir şeyler koyup gelir, bir hafta onunla idare ederdi. Haftada bir evine gider, çantasına bir şeyler koyup getirirdi. Bir de köyden parayla süt alır, parasız kimseden bir şey kabul etmezdi. Köylüler yemeğe dâvet ettiklerinde “Ben öyle doldur-başaltı pek sevmem” diyerek kabul etmezdi. Çantasında getirdiği peynir ekmekten çok az bir şey yiyerek idare ederdi. O köyde birkaç ay kaldıktan sonra:

“–Komşular Allah’a ısmarladık!” deyip yola düşerdi. Köylüler:

“–Ooo hocam, dur bakalım, daha yeni yeni tanışıyoruz!” diye gitmesini istemezler. Hocam:

“–Kur’ân öğrenmek isteyen kaldıysa tamam, durayım. Kalmadıysa haydi Allah’a ısmarladık” deyip başka bir köye giderdi. Sonra ben o hocamdan Arapça okudum.”

İnsanların bu kısacık dünya hayatını Kur’ân’dan mahrum olarak tamamlayıp gitmelerine kayıtsız kalamayız. Uyanmış olan insanların uyuyanları uyandırmaları boyunlarının borcudur. Aynı zamanda Allah’ın kendilerine ihsân ettiği büyük nimetin bir şükrüdür. Bu şükrü eda etmedikleri takdirde Allah katında sorumlu olacaklardır. Yüce Rabbimiz bilenlerin bilmeyenlere öğretmesini, bilmeyenlerin de bilenlerden öğrenmesini emretmektedir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenip öğretmek için bütün gücümüzü sarfetmeli, devlet ve millet olarak bütün imkânlarımızı seferber etmeliyiz.

Dipnotlar:

[1] Ahmed, 2: 157; 5: 324; Buhârî, Teheccüd, 25; Müslim, Salât, 60.

[2] Bkz. Ebû Dâvûd, Ramadân, 9; Nesâî, Ezân, 8; Ahmed, 3: 432.

[3] İbn Hişâm, 2: 306-309; Vâkıdî, 1: 125-128; İbn Sa‘d, 4: 199-201; Heysemî, 8: 284-286.

[4] Buhârî, Fedâilu’l-Kurân, 8.

[5] Ahmed, 5: 266; Heysemî, 1: 200. Krş. Tirmizi, İlim 5/2653.

[6] Bkz. Ebû Dâvûd, Büyû’, 36/3416; İbn Mâce, Ticârât, 8; Ahmed, 5: 315, 324; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 3: 160.

[7] Ahmed, 5: 324.

[8] Ebû Dâvûd, Büyû’, 36/3416.

[9] İbn Saʻd, 1: 316-317, 345; Vâkıdî, 3: 968-969.

[10] İbn Sa‘d, 2: 161-162; Makrîzî, İmtâu’l-esmâʻ, Beyrut 1420, 2: 42.

[11] Muhammed Hamîdullah, el-Vesâiku’s-siyâsiyye, Beyrut 1985, s. 165-166.

[12] Bkz. İbn Hişâm, 4: 279; İbn Sa‘d, 1: 262, Belâzurî, Fütûhu’l-büldân, 1: 92; Taberî, Târih, 3: 139; İbnü’l-Esîr, Kâmil, 2: 272.

[13] Ahmed, 4: 397.

[14] Prof. Dr. M. M. el-A’zami, Kur’an Tarihi, s. 127.

[15] İbn Sa‘d, 2: 357.

[16] Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, 2: 344-346.

[17] Belazuri, Ensâb, 1: 110; Hâkim, 2: 240, 300; Firyâbî, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 129. Krş. Müslim, Müsâfirîn, 280; İbn Abdilberr, el-İstîâb, 3: 1173/1907; Hatîb el-Bağdâdî, Târîh, 6: 147/2634; Vekî, Ahbâru’l-Kudât, 2: 5, 150; Zehebî, Siyer, 16: 161.

[18] Serahsî, Mebsût, 2: 6.

[19] Zehebî, Siyeru aʻlâmi’n-nübelâ, 19: 222-224.

[20] Safiye Ünüvar, Saray Hâtıralarım, s. 14

[21] Safiye Ünüvar, Saray Hâtıralarım, s. 46-47.

[22] Safiye Ünüvar, Saray Hâtıralarım, s. 53.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları