Kültürün Unsurları

İLİM

Kültürün unsurları nelerdir? Kültürün üç önemli unsuru.

İslâmî bilgilerin tatbik sahasına intikâlinden evvel, onların nazarî muhtevâsıyla tebliğ ve telkini şarttır. Bu vazifeyi icrâ edecek olanların tam bir muvaffakıyet için mutlak sûrette şu üç ilimde, hatırı sayılır bir seviyede mâlumat sahibi olmaları gerekir: din, dil ve tarih…

KÜLTÜRÜN ÜÇ UNSURU

Esas kültür; din, dil ve tarih şuuruna sahip olabilmektir. Çünkü fert ve toplumlar, hayâtiyetlerini ancak; din, dil ve tarih kültürüyle devam ettirebilirler.

1) Din

Dinin muhtevâsı, hayatın her safhasını kaplar. Din, kâinâtın ve insanın yaratılış gâyesini idrâk etmemizi sağlar. Kundak ile kefen arasındaki hayatın her ânını ve her köşesini tanzim eder. Hattâ aldığımız nefese, attığımız adıma kadar.

Din; insanı, dünyada vicdan huzuruna, âhirette ise ebedî saâdete hazırlayan kanun ve kâideler manzûmesidir. Dîni doğru olarak idrâk ettiğimiz zaman, müdâfaa edeceğimiz fikriyâtın muhtevâsında yanlış ve tezatlara düşmekten kurtuluruz. Aksi hâlde doğru sanılan birtakım yanlışların telkîn edilmesiyle “kaş yapayım derken göz çıkarma” ihtimali vardır.

2) Dil

Din de dil ile anlaşılır, dil ile ifade edilir. Bütün semâvî suhuf ve kitaplar; insanlığa hak dîni, apaçık bir lisan ile beyan etmiştir. Bilhassa Peygamber Efendimiz’in kıyâmete kadar devam edecek mûcizesi olan ve ilâhî muhafaza ile teminat altında bulunan Kur’ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olarak lisan ve edebiyatın erişilmez zirvesidir.

İslâm ile müşerref olan milletler de, hak dînin mefhumlarını Arapçadan alarak, kelime haznelerini zenginleştirdiler. Bilhassa mücerred ve metafizik mefhumları, Kur’ân ve Sünnet’in lisânı olan Arapçadan aldılar.

İslâm’dan önceki Türkçede mücerred kelimeler hemen hemen hiç yoktu. Türk milletinin İslâm ile hidâyet bulmasıyla, bu ihtiyaç ortaya çıktı. Elbette bu ihtiyacı, Kur’ân ve İslâm ilimlerinin lisânı olan Arapçadan kelimeler ve mefhumlar alıp, dilleriyle mezcetmek sûretiyle giderdiler. Ecdâdımız, İslâm’ı hayatın her safhasına intikal ettirmek için Türk dilini âdeta Kur’ân ile yeniden inşâ ve ihyâ etti.

Maalesef son birkaç asırda, İslâmî şuur ve hassâsiyetin giderek kaybedilmesiyle; bu aslî kelimelerimize bir düşmanlık zuhûr etti. Yabancı kelimelere dokunulmaz, hattâ sahip çıkılırken; Arapça ve Farsça asıllı kelimelerimizi lisandan atma, onları eskimiş gösterme, o derin ve köklü kelimeler yerine, bir sürü sonradan uydurma, köksüz, sığ, nesebi gayr-i sahih kelimeleri dayatma hastalığı başladı.

Halkın asırlardır benimseyip kullandığı ve dağdaki çobanın bile çok iyi anladığı; “hayat, ihtimal, imkân” gibi kelimeler kaldırılıp, yerine; “yaşam, olası, olanak” gibi kaba, sert ve köksüz kelimeler konulmaya çalışıldı. Bunda da esas maksat; milleti ve bilhassa yeni nesilleri, İslâmî ve Kur’ânî kültürden uzaklaştırmaktı.

Yapılan hataların lisâna ne büyük bir zarar verdiği düşünülmedi. Bir kelime kaldırılınca; o kökten gelen bütün kelimeler silinip gitti, o kelimeyle inşâ edilmiş deyimler, tâbirler, terkipler unutuldu. Bu tahribat ile dil de fakirleştirildi.

Meselâ; aralarında ciddî farklar bulunan; “ihtilâl, inkılâb ve ıslahat” kelimeleri kaldırılıp, hepsine; “devrim” denildi. “Alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih…” kelimelerinin hepsine “açık” denilip geçildi.

1890’da yayınlanan Redhouse Türkçe-İngilizce Lügat’te 92 bin Türkçe kelime yer alırken, 1945’te Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe Sözlük’te bu sayının 15 bine kadar düşürülmüş olması, “sadeleştirme” adı altında, İslâm kültürüne karşı darbe olarak yapılan “kısırlaştırma” faaliyetinin bâriz bir misâlidir.

Bugün bir müslümanın ilk yapması gereken şeylerden biri, dilini bu kısırlıktan kurtarması, zengin ve köklü lisânını öğrenmesi, Kur’ân kültürüne âit kelimelerine bilhassa sahip çıkarak konuşması ve yazmasıdır.

3) Tarih

Aslî kültürün üçüncü esası: Tarih. Tarih; hâdisâtı, sebepler ve neticeleri ile mütâlaa etme ilmidir.

Tarih; dil ve din unsurları çerçevesinde, insanlığın yaşadığı hâdiselerin sebep ve neticelerini tahlil ve bu sûretle ilâhî kanunları tespit etme gayretidir. Zira fertlerin kaderi gibi, toplumların, millet ve kavimlerin de kaderi vardır ve bu kaderin ana hatlarını tayin eden “sünnetullah”, bir mânâda tarih ilminin tespit etmeye çalıştığı ilâhî kanundur.

Tarih, bir milletin hâfızası ve millî tecrübeler mecmûasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in üçte biri, peygamber kıssaları ve diğer ibretli kıssalardan oluşmaktadır. Bunlar, bir başka ifade ile, âbâd olan kavimler ve berbâd olan kavimler tarihidir.

Geçmiş kavimlerin yaşadıkları, sebep ve neticeleriyle müşâhede edildiği takdirde, istikbâl için doğru yönü gösteren bir pusula olur. Bu sebeple; “Tarih tekerrürden ibarettir.” denilmiştir. Mehmed Âkif de bu sözden hareketle, tarihten ibret almaya davet eder:

Târîhi tekerrür diye târîf ediyorlar,

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Her dünya görüşü, târihî hâdiseleri, kendi zihniyet ve anlayışına göre yorumlamıştır. Biz de tarihin akışını, İslâm’ın dünya görüşü ışığında değerlendirmeliyiz.

Millet olarak bizim tarihimiz, İslâm ile aslî gâyesini ve esas mecrâını bulmuş bir cihangirlik tarihidir. Dünyanın en uzun hüküm sürmüş hânedânı Osmanlı’nın tarihine müracaat etmeden, hemen hemen hiçbir devlet, tarihini kaleme alamaz. Bu sebeple bilhassa müslüman bir genç; hak dîn İslâm’ı, güzel ve zengin lisânıyla beraber, ibretler ve derslerle dolu tarihiyle, en güzel şekilde tahsil etmelidir.

Çünkü mâzisinden tevârüs eden ibret ve hikmetlerden habersiz bir millet, köküyle bağı kesilmiş bir fidana benzer. Mâzinin bittiği yerde; millet biter, insan biter, iz’an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibarettir. Onu mânevî değerlerinden ve tarih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye millet değil, ancak bir insan sürüsü kalır. Evlâtlarına şanlı tarihini, Çanakkale ve benzeri zafer destanlarını, uyutucu değil uyandırıcı bir ninni yapan nesiller; îmânına, mukaddesâtına, vatanına, milletine, istikbâl ve istiklâline, velhâsıl bütün maddî ve mânevî değerlerine sahip çıkacaktır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları