Kıssalar ile Hazreti Mevlana'nın İlimden İrfana Yolculuğu

İSLAM VE İHSAN

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri'nin Belh’ten hicret edip Konya’ya yerleştikten sonra yaşadığı hadiseler ve ilimden, irfana yolculuğu...

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî; aile büyükleriyle Belh’ten hicret edip Konya’ya yerleştikten sonra, tahsilini tamamlamak için Halep ve Şam’a gider. O sırada takrîben otuz yaşlarındadır.

Bir gün Şam’ın kalabalık çarşısından geçerken, değişik bir kisve içindeki bir şahıs;

“–Ver elini öpeyim, ey âlemlerin sarrafı!..” der.

Celâleddîn-i Rûmî’nin ellerine yapışır ve hararetle öper. Sonra birdenbire kalabalığın içinde kayboluverir. Celâleddîn-i Rûmî, ansızın gerçekleşen bu hâdise karşısında son derece şaşırır; «Bu ne iştir?» diye hayretler içinde kalır.

Celâleddîn-i Rûmî; artık büyük bir âlim olmuş, Selçuklu medresesinin mâruf bir müderrisi hâline gelmiştir. Yine bir gün Konya’daki medresesinde dersten çıkmış talebeleriyle sohbet etmekteyken, daha evvel Şam’da elini öperek kendisini hayrette bırakan kimse ile bir kere daha karşılaşır. Bu şahıs Şems-i Tebrîzî’dir. O da Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbetine dâhil olur. Garip bir heyecanla şu acayip suâli sorar:

“–Bâyezîd-i Bistâmî mi yoksa Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mi daha büyüktür?”

Mevlânâ Hazretleri dehşete kapılır ve;

“–Bu nasıl sual?!. Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce bir peygamberle, bütün sermâyesi O’na tâbîlik olan bir velî mukayese edilir mi?!.” diye hiddetle karşılık verir.

Tebrizli Şems, hiç sükûnetini bozmadan suâlini şu şekilde açıklar:

“–Öyleyse; neden Bâyezîd, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücudunun orada, başka hiçbir mücrime yer kalmayacak derecede büyütülmesini talep ettiği, lâkin küçük bir ilâhî tecellî karşısında da; «Şânım ne yücedir! Kendimi tesbih ederim!..» dediği hâlde; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sayısız tecellîlere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nâil olduğu nimetlerle yetinmeyerek Rabbinden hâlâ istiyor, istiyor, boyuna istiyordu?..”

Bu îzâhat, Hazret-i Mevlânâ’yı sadece aklın rehberlik ettiği zâhirî ilmin hududuna getirip bırakır. Bu noktada kalarak suâle cevap vermek mümkün değildir. Şems, hâl gücüyle onu bu noktadan ileriye itmeye memur edilmiştir. Zâhirden bâtına, ilimden irfâna, kesbî ilmin nazariyâtından, ledünnî ilmin keşif ve müşâhedelerine terakkî etmenin zamanıdır.

Bu ânî terakkînin tesiri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemişçesine şu cevabı verir:

“–Bâyezîd’in sözleri bir işbâ, (doymuşluk) hâlinin ifadesidir. Yani, onun mânevî susuzluğu, küçük bir tecellî ile giderilmiş oldu. Rûhu artık talepsiz bir hâle geldi. Yani küçük bir tecellî karşısında sekre (mânevî mestâneliğe) düştü ve kendini kaybetti. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lâkin O’nun istiâbı bu kadardı.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise;

اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ

«Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?» (el-İnşirâh, 1) sırrına mazhar olmuştu. İlâhî vuslat tecellîleri, kendisini her taraftan kuşattı. Kâinat kadar geniş olan sadrı, bir türlü kanmıyordu. Susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Her an bir hâlden diğer bir hâle yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki hâline tevbe ediyordu. Nitekim;

«Ben günde yetmiş defa -bir rivâyette yüz defa- tevbe ederim!..» buyurmuşlardır. (Bkz. Buhârî, Deavât, 3; Müslim, Zikir, 41)

Zira O, yüce Mevlâ’sına her an daha yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyâkı sonsuz, kul ile Rab arasındaki mesafe ise sonsuz kere sonsuzdu. Bu sebeple birçok kereler;

«Ya Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun veçhile tanıyamadım. Sana hakkıyla kulluk yapamadım.» diye ilticâ ve tazarrûda bulunuyordu.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)

Bâyezîd-i Bistâmî’nin bu sözleri, sekir hâlinde olmuş, Hazret daha sonra bu ifadelerinden istiğfarda bulunmuştur.

MEVLÂNÂ’NIN YANIŞI

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî; Selçuklu medreselerinde ikinci bir İmâm-ı Gazâlî seviyesine ulaşmış bir âlimdi.

Buna karşılık Şems-i Tebrîzî Hazretleri, ilimde yüksek bir mertebesi olmayan kendi hâlinde bir dervişti.

Şems, Mevlânâ’ya zâhirî bir ilim öğretmedi. Ona ilmin ötesinde, irfan ve hikmet tâlim etti.

HİKMETLİ RUMUZLARIN DİLİ

Şems Hazretleri, âdetâ Hazret-i Mevlânâ’nın gönlündeki nefsânî prangaları kırmıştı. Onun mâneviyat semâlarına kanat açmasına vesile olmuştu.

Zâhirî ilimler; eğer irfânî duyuşlarla gönülde hazmedilmezse, takvâ derinliğiyle ihlâslı bir yaşayışa taşınmazsa, sahibi için faydasız hattâ zararlı bir hâl alır.

Yine zâhirî âlimler; sadece aklı esas alıp, akıl üstü olan vâdilerde teslîmiyet gösteremediklerinde, dînin, kader gibi sırlı hakikatlerini, âriflerin hâllerini kabullenmekte güçlük çekerler.

Mevlânâ Hazretleri’nin babası Bahâüddin Veled de bir zâhir âlimine şöyle hitâb etmişti:

“Eğer okuduğun bu kitaplarla gururlanıyor ve bunlardan aldığın bilgilerin kuvvetiyle her tarafa saldırıyorsan; şunu bil ki, bunların hiçbiri kalmayacak, hepsi yokluğa karışacak ve hepsinin izi kaybolacaktır. O zaman hangi kitapların sahifesinden bahsedecek ve ders vereceksin?

Gönül yaprağından (ilâhî azamet tecellîlerinden) bir sayfa ezber etmeye gayret et ki ondaki mânâ ebediyete kadar senin rûhunla bağdaşsın ve hiçbir sûretle hatırından gitmesin.” (Bkz. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, [trc. Tahsin YAZICI], I, 127)

İmam Gazâlî, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Hâlid-i Bağdâdî gibi nice zâtlar; ilimde en yüksek seviyelerde iken, kalbî dünyalarında buhranlar yaşamış ve kendilerini; «Ben Allah rızâsında mıyım?» diye muhasebe ederek, makamı ve mevkii terk etmek ve tasavvufta selâmet aramak yolunu tutmuşlardır. Kalbî hayatlarını tekâmül ettirerek bir vecd ve istiğrak hâlinde yaşadılar. Dünya gözlerinde ufaldı. Esas hedef âhiret oldu.

Bu selâmet yolunun sonunda, onlar; nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesinde muvaffak olarak huzura ermişler, eriştikleri hiçlik makamında insanlık için işte o zaman gerçek mürşidler hâline gelmişlerdir.

Hazret-i Mevlânâ da, aynı şekilde, ilmin zirvesindeki hâlini; «Hamdım!» ifadesiyle tarif eder.

Kâinat kitâbının esrârını okuma devrine; «Piştim!»; ilâhî esrârın yakıcılığından kavrulma devresine de; «Yandım!» ifadelerini kullanır.

Eriştiği hâl ve makamı;

“Ölü idim; dirildim… Gözyaşı idim; tebessüm oldum… Aşk deryâsına daldım; nihayet bâkî olan devlete eriştim…” sözleriyle ifade eden Hazret-i Mevlânâ; ilâhî vuslatın sırlarını tâlim ettiği Şems’i kaybeder ve bu ayrılık ile firâkı da tahsil etmiş olur. Bu hasret de onun gönlünde nice tecellîlere vesile olur.

Allah Teâlâ, dostluğuna erişen sâlih kullarının her birine farklı tecellîler bahşetmiştir. Mevlânâ Hazretleri; bu ilâhî ihsanlar içerisinde; lisan, edebiyat ve belâgat tecellîlerinin zirvesi oldu. İlâhî hakikatlerin tercümânı oldu. Mücerred hakikatleri; müstesnâ temsillerin, tefekkür dolu kıssaların diliyle, müşahhas hâle getirmek husûsunda Mevlânâ Hazretleri eşsiz bir ifade gücüyle nasibdâr oldu.

Dîvân-ı Kebîr, Mesnevî, Fîhi Mâ Fîh, Mecâlis-i Seb‘a ve Mektûbât isimli muhteşem gönül eserlerini kaleme aldı.

O Mesnevî ki, Osmanlı’da camilerde okutulması örf hâline gelen ve hürmetle «Şerif» sıfatıyla anılan şu üç kitaptan biri oldu:

  • Buhârî-i Şerîf,
  • Şifâ-i Şerîf ve
  • Mesnevî-i Şerîf.

Mevlânâ’da istîdat vardı. Şems’te de o istîdâdı canlandırma ve harekete geçirme kabiliyeti. Âdetâ Mevlânâ Hazretleri bir okyanus idi, Şems o okyanusa bir kibrit attı. O koca ummânı aşk aleviyle tutuşturdu. Ondaki ilmi; gönülde tezâhür eden sünûhat, tülûat, ilhamlar, sırlar, hikmetler ve derûnî duyuşlarla buluşturdu.

Meselâ;

Hazret-i Mevlânâ, merhametin ne olduğunu ilmen ve aklen biliyordu. Bu husustaki âyetleri, hadisleri ezbere biliyordu.

Lâkin;

Şems; şefkat ve merhametin ne olduğunu, en derin mâhiyette nasıl yaşanması gerektiğini, Mevlânâ’nın gönlüne tâlim etti, kalbine yaşattı. O seviyeye varınca, Mevlânâ Hazretleri dedi ki:

“Şems bana şu hâli öğretti:

«–Yeryüzünde bir üşüyen varsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin!»

Biliyorum ki yeryüzünde üşüyenler var, ben artık ısınamıyorum.”

Bu şefkat ve merhametle Hazret-i Mevlânâ şöyle içli içli ilticâ ederdi:

“–Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sâlih kullarının ümid etmesi gerekiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?..

Ey yüce Allâh’ım! Eğer Sen, yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yalvarsınlar?..

(Muhakkak ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..)”

Hazret-i Mevlânâ; İslâm dünyasını Moğolların baştanbaşa yıkıp geçtiği, Bağdat’ta halîfenin katledildiği, Selçuklu Devleti’nin son demlerini yaşadığı, sancılı ve zor bir zamanda yaşadı. Onun engin şefkati, müsamahası ve muhabbeti; yaralı gönülleri sardı, muhafaza ve tesellî etti.

Bin bir misalden biri:

Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnasında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler.

Mevlânâ Hazretleri; o sarhoşun hakikati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek, onu incitenlere hitâben;

“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş olmuşsunuz!” îkāzında bulunur. O zavallıyı gönül dergâhına kabul ederek ıslah eder. (Âriflerin Menkıbeleri, I, 352-353)

Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’a ait olmasına rağmen, Mevlânâ Hazretleri’ne nisbet edilen şu davet, ne güzeldir:

بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ پَرَسْتِی بَازآ

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

“Dön gel! Dön gel! Ne olursan ol, yine dön de gel!

Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel!

Bizim dergâhımız (olan İslâm) ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!”

Yani irşâd edenler, âdetâ tâmirhâne husûsiyetindeki bir kalbe sahip olmalıdır. Şefkatli bir tabip, hastasını azarlamaz. Mes’ûliyet sahibi bir çoban; ayağı kırılan bir kuzuyu, kurtlara bırakmaz, kucağında taşır. İşte bu hassâsiyetle, Hazret-i Mevlânâ; dergâhtan kaçanlara, İslâm binasından uzak düşenlere; «Geri gel, yuvaya dön, hidâyetin saâdetine kavuş!» çağrısını böyle bir şefkat ve merhametle gerçekleştirir.

Demek ki;

Hak dostlarının gönüllerinde dâimâ bir mahşer kaynar. Onlar yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına gönül verirler. Sabırla, azimle, gösterişsiz ve nümâyişsiz çalışan ruh cephesinin işçileri olurlar.

Müridleri hakkında;

“–Kendisi fazîletli bir insan ancak, niçin müridleri avamdan, esnaftan, basit kişilerden oluşuyor?” diye dedikodular çıkınca, verdiği şu cevap da bu kucaklayıcı merhametin bir tezâhürüdür:

“Eğer benim müridlerim birer sâlih insan olsalardı, (onlar benim değil) ben onların mürîdi olurdum.

Ahlâklarını değiştirip sâlih olmaları, sâlihler ve sâlih amel işleyen insanlar zümresine girmeleri için onları müridliğe kabul ettim.” (Âriflerin Menkıbeleri, I, 192)

Onun, bu zor zamanlarda,

“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 45) âyetini nasıl bir huşû ile yaşadığına dair şu menkıbesi rivâyet edilmiştir:

BU ADAM KORUNUYOR!

Anadolu’yu yakıp yıkan Moğol kumandanı Baycu Noyan’ın askerleri, Konya’yı kuşatmıştı. Şehrin ahâlîsi, üzgün ve çaresizdi.

Hazret-i Mev­lâ­nâ’dan çare sordular.

Mevlânâ Hazretleri şehirden çıktı ve Baycu Noyan’ın otağının kurulduğu tepenin üstüne çıkarak namaza durdu. Askerleri bu durumu Baycu’ya haber verdiler;

“–Öylesine heybetli ki heybetinden kimse yanına yaklaşamadı.” dediler.

Baycu inanmadı;

“–Üstüne ok yağdırın!” diye emretti.

Kimse kolunu kaldırıp da ok atamadı. Durum böyle olunca Baycu, atlara binip üzerine hücum etmelerini emretti.

Fakat atların ayakları yere battı, kımıldayamaz hâle geldi. Sonunda bizzat Baycu, Hazret-i Mevlânâ’nın üzerine üç defa ok attı.

Fakat attığı okların hepsi hemen önüne düştü. Bu gördükleri karşısında daha da öfkelenen Baycu, kendisine at getirmelerini emretti. Getirilen ata bindi, fakat atının ayağı tutulup yüzüstü yere yuvarlandı.

Bu durumu gören şehir halkı topluca;

“Allâhu ekber!.. Allâhu ekber!..” diye tekbir getirdiler. Baycu;

“–Bu er, korunmuştur. Mukaddes bir kişidir. Allah tarafından desteklenmiştir, bundan sakınmak lâzımdır!” diye acziyetini itiraf etti.

Mevlânâ sayesinde cenkten vazgeçti. (Âriflerin Menkıbeleri, I, 283-284)

İşte huşû ile kılınan bir namazın muhafazası!..

Hazret-i Mevlânâ’nın «Rûmî» nisbesi; «Anadolulu» demektir. Bu şefkatli sîne, o tarihlerde Anadolu’da sayıca çokça bulunan nice gayr-i müslimin de hidâyetine vesile olmuştur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Aralık, Sayı: 202