Kimlerle Cihat Edilir?

Sorularla İslam

Cihat kimlerle edilir? Cihat kaç çeşittir?

Silâhlı mücadele mânâsındaki cihâdı, onu meşrû kılan sebeplere göre şu başlıklar altında sınıflandırmak mümkündür:

CİHAT KİMLERLE EDİLİR?

  1. Müslümanlara harp açan, İslâm’a düşmanlık gösteren gayrimüslimlere karşı cihat:

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever.

Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.” (el-Mümtehine, 8-9)

Bu cihat, iki türlüdür:

Biri mecburî / farz-ı ayn olan cihattır. Ülkenin işgale uğraması, seferberlik îlan edilmesi gibi durumlarda herkes o cihâda katılmak mecburiyetindedir.

Diğeri ise farz-ı kifâye olan cihattır. Toplumda kâfî miktarda kişinin bu vazifeyi îfâ etmesiyle, diğerleri üzerinden farziyet kalkar. Bu ikinci tarzda cihâda katılmak için izin isteyen bazı gençlere, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, anne-babalarından izin alıp almadıklarını sormuş, izin almayanları geri çevirerek, anne-babalarına hizmet etmelerini emretmiştir.[1]

  1. Bâğîlerle (isyancılarla) cihat:

Meşrû otoriteye silâhlı bir şekilde isyan edenlere karşı yapılan cihaddır.

Bunlara karşı evvelâ îkaz ve ihtarda bulunulur. Öncelikle onları imha etmek değil, tuttukları yanlış yoldan dönmelerini temin etmek için gayret gösterilir. Bütün gayretlere rağmen yine de isyanda inat ederlerse, bu iç düşmana karşı savaşılır.

Fakat bu savaşta da kâfir ve mürtedlere karşı yapılan savaştan çok farklı bir hukuk gözetilir. Maksat, onları öldürmek değil, ıslah etmektir. Kaçarlarsa, öldürmek için peşlerine düşülmez. Yaralıları ölüme terk edilmez. Esirleri öldürülmez. Çocukları esir edilemez. Onlara karşı mücâdelede gayr-i müslimlerden yardımcı kuvvet istenemez. Daha bunun gibi pek çok usûl ve kâidelere riâyet edilir.

  1. Mürtetlerle cihat:

Daha evvel “Hürriyet” prensibinin “İrtidat” bahsinde de temas ettiğimiz üzere, mürtedlere / dinden dönenlere meşrû idare tarafından İslâm âlimleri gönderilip gerekli îkaz ve tebliğler yapılır, şüphe ve vesveseleri giderilmeye çalışılır. Buna rağmen isyanda ısrar edip bunu da din aleyhine bir harekete döndürdükleri takdirde, kendilerine karşı cihad meşrû ve zarûrî hâle gelir.

Nitekim Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh zamanında yaşandığı üzere, İslâm’a girdikten sonra zekât vermeyi reddeden ve bunu bir isyana dönüştüren iç düşmana karşı cihâd edilmiştir. Zira onlara tâviz verilseydi, İslâm’ın bir farzı zaafa uğrayacak, bu da dînin tahrîfine kapı açmış olacaktı.

Bu cihat türlerinin tatbik usûlü ve muhâtaplarına ne şekilde davranılması gerektiği hususunda pek çok kâide bulunmaktadır. Bunların tafsîlâtı için Ahkâmü’s-Sultâniyye ve benzeri eserlere mürâcaat edilmelidir.

HZ. MEVLANA’DAN CİHAT KISSASI

Ezcümle, İslâm’da savaş mânâsındaki cihat dahî, öldürmek değil; ıslah etmek, yaşatmak ve ihyâ etmek gâyesine mâtuftur.

Mevlânâ Hazretleri’nin de edebî ifadelerle tezyîn ederek anlattığı şu kıssa, İslâm’ın cihat hususundaki gönül ufkunu ne güzel aksettirir:

Bir gazâda Hazret-i Ali radıyallâhu anh, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi. Ölümün pençesine kendisini kaptıran adam, âcizlik içinde iğrenç bir davranışa meylederek Hazret-i Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü.

Ehl-i Beyt’in bahâdır bir ferdi ve Allâh’ın arslanı olan Hazret-i Ali için, cihat meydanında alt ettiği kâfirin kellesini bir hamlede uçuruvermek, işten bile değildi. Fakat o, nefsinin galebesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki Peygamber armağanı olan Zülfikâr’ı yavaşça yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti.

Yerde perişan vaziyette yatan ve rakibinin son bir hamlesiyle ölümü bekleyen adamcağız, bu hâle pek şaşırdı. Zira o, tükürmek sûretiyle yaptığı çirkin hareket neticesinde Hazret-i Ali’nin büyük bir öfkeyle öncekinden daha şiddetli bir mukâbele göstererek kendisini öldüreceğini düşünmüştü. Fakat düşündüğü gibi olmadı. Hayâl edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. İslâm ve gönül kahramanı olan Hazret-i Ali’nin bu davranışına akıl erdiremeyen o düşman kişi, hayret ve merakla sordu:

“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Niçin öldürmekten vazgeçtin? Ne oldu ki şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûna geçtin? Neden bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda fırtınasız, sâkin bir hava gibi duruluverdin?”

Hazret-i Ali radıyallâhu anh şöyle dedi:

“–Ben Hazret-i Peygamber’in bana armağan ettiği bu Zülfikâr’ı Allah yolunda sallarım. Kâfir ve münâfık düşmanların başını yine O’nun rızâsı için keserim. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam. Çünkü ben, Allâh’ın arslanı ve O’nun kılıcıyım; nefsimin, kibir ve gururumun değil!

Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakâret etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni nefsime tâbî olmak gibi, bir mü’mine aslâ yakışmayan âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allah için gazâ etmekte idim.”

Neticede bu ulvî ahlâk karşısında o düşmanın gönlü dirildi. Ardından dostluk sırrını kavradı ve Hazret-i Ali’nin yüksek ilim, irfan ve ahlâkından hisse alarak îmân ile şereflendi.

Dipnot:

[1] Bkz. Buhârî, Cihâd 138, Edeb 3; Müslim, Birr. 6; Ebû Dâvûd, Cihâd, 31/2530.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları