Kendimizi Tanıtan İki Hakikat

Hikâyeler

İnsanın iç âleminde hem Hazret-i Mûsâ ve hem de Fir’avun bulunmaktadır; o hâlde kendimizi tanımak için tarihte sâbit olmuş hakikatleri ile hayrın ve şerrin bu iki temsilcisini hatırlamak faydalı olacaktır.

Mâlum olduğu üzere Firavun, yoğun nefsâniyetinin esîri olarak kendisini ilâh ilan etmiş ve hâkimiyetini zulümle tesis etmişti.

Zulüm, insanın bilerek veya isteyerek başkasının ruh ve bedenine ıstırap vermesidir. Zulüm, merhamet mahrûmu kalplerde yerini bulur. Kaynağı ise hırs, hased, kin ve menfaat duygusu gibi süflî hayvânî ihtiraslardır. İnsanlığın tarihi, zâlimlerin binlerce, ürpertici kıyım tablosuyla doludur.

İşte bunlardan zulüm ve gaddarlığıyla vicdanını yitirmiş olan bedbaht Fir’avun, gördüğü bir rüya üzerine, tahtının yıkılmasından korkarak İsrailoğullarının doğan bütün erkek çocuklarının katledilmesini emretmişti. Bu, çok ağır bir zulüm ve kıyıma dönüşmüştür. Muhyiddîn İbn-i Arabî -kuddise sirruh- Fusûsu’l-Hikem isimli eserinde bu durumu şöyle anlatır:

“Fir’avun, zuhûr edecek olan Hazret-i Mûsâ’yı imhâ için 980.000 mâsumu katletmiştir. Bu çocukların hepsi, Hazret-i Mûsâ’ya hayâtında imdâd olmak, onun rûhâniyetini güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun âilesi, Mûsâ’yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her birinin alınan hayâtı, Mûsâ’ya âit olacaktı. Zîrâ gâye, o idi.”

HZ MUSA'NIN FİRAVUN'U İMANA DAVET ETMESİ

Fir’avun yeni doğan masumları katlederken, yani zulmünün zirvesindeyken Hak Teâlâ, yanı başında, kendi sarayında nazlı bir fidan büyütmekteydi: Hazret-i Mûsâ!..

Hazret-i Mûsâ küçüklüğünden îtibâren Fir’avun’un sarayında, Allâh’ın sıyâneti altında yetişti. Hazret-i Mûsâ büyüyüp gençlik yıllarına geldiğinde, İsrailoğullarından bir sıbtîyi, Fir’avun’un fırıncısı ve zâlim biri olan bir kıbtînin elinden kurtarmak isterken, yanlışlıkla kıbtînin ölümüne sebep oldu. Bunun üzerine korkarak Mısır’ı terk etti. Bu kaçışı esnasında Medyen’e gelen Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Şuayb’la karşılaştı. Mehir olarak sekiz sene Hazret-i Şuayb’a hizmet mukâbilinde onun kızlarından biriyle evlendi. Daha sonra tekrar Mısır’a dönmek için yola çıkan Hazret-i Mûsâ’ya, mukaddes Tûvâ vâdîsinde peygamberlik verildi. Ve burada kendisine Fir’avun’u îmâna dâvet etmesi emredildi.

ZİKİR KALPTE MEKAN BULDUĞU ZAMAN HUZURA KAVUŞULUR

Kur’ân-ı Kerîm’de, Hazret-i Mûsâ’nın Fir’avun’u îmâna davet etmesi anlatılırken, takib etmesi gereken teblîğ metodu da Allâh Teâlâ tarafından öğretilmişti.

Muhatab azılı bir kâfir bile olmuş olsa tebliğde “kavl-i leyyin” (yumuşak, tatlı bir ifâde) kullanılması gerektiği ifade edilmiş ve şöyle buyrulmuştur:

“Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi (mûcizelerimi) götürün. Zikrimden de uzak kalmayın!” (Tâhâ, 42)

Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’a peygamber oldukları hâlde, kendisini zikretmelerini emrettiğine göre; bu ilâhî emrin, bizler için ne kadar ehemmiyet arz ettiği âşikârdır. Kalbî eğitim, her mü’min için zarûrîdir. Îman cevherinin merkezi kalb olduğu gibi, zikir cevherinin merkezi de kalbdir. Zikir kalbde mekân bulduğu zaman hakîkî huzur hâline kavuşulur. Âyet-i kerimede buyurulur:

“…İyi bilin ki, gönüller ancak Alla’ın zikriyle huzur bulur.” (er-Ra’d, 28)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Âb-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları