'kardeş Katli'nde Bilinmesi Gereken Üç Şey

Osmanlı Tarihi

Bütün kâideler, hattâ şer’î hususlar bile onları tatbik eden kimselerin kalbî âlem, olgunluk ve istikâmetlerine göre netice verir. Zira kânunlar, keskin bir bıçak veya silâh gibidir. Hak ve adâleti tevzîde de kullanılırlar, nefsin galebesiyle binbir zulme de âlet edilebilirler. Yani bıçak veya silâh, onları elinde tutanın durumuna göre hayra veya şerre kullanılabilir.

Gerçekten de çok güzel bir kâide, nefsâniyetine mağlûp bir kimsenin elinde hiç de istenmeyen bir şekle bürünebilir. Nitekim ta­rihte şerîat kânunlarının cârî olduğu zamanlarda hüküm süren birtakım zâlim insanların uygulamaları böyledir.

Meselâ dün­yanın en büyük hukukçularından biri olan, zühd ve takvâ sahibi Ebû Hanîfe Hazretleri, zâlimâne fiillere âlet olmamak için Bağdad kadılığını reddetmiş, bu sebeple devrin halîfesi tarafından hapsedilerek kırbaçlattırılmıştır. Yine Ahmed bin Hanbel gibi büyük bir İslâm âlimi, «Kur’ân mahlûktur» nazariyyesini reddettiği için zindana atılmıştır.

KAİDE VE KANUNUN ULVİYYETİ AYRI

Hâlbuki bu büyük şahsiyetler, şerîat nazarında herhangi bir cürüm işlememişler, aksine zâlimlerin nezdinde Allâh’ın kânunlarını muhâfaza endişesi taşımışlardır. Yani tamamen mâsumdurlar. Buna rağmen şerîati tatbikle mükellef bulunan halîfeler tarafından suçlu gibi cezâlandırılmışlardır. Bu da gösteriyor ki, kâide ve kânunun ulviyyeti ayrı, onların tatbiki ayrı olarak değerlendirilmelidir.

Dolayısıyla “kardeş ve evlât katli” me­se­lesini de bu hakîkat çerçevesinde değerlendirdiğimizde, o, kânun olarak Osmanlı’nın içinde bulunduğu şartlar bakımından mecbûriyette tatbik edilmiş bir hâdise olarak karşımıza çıkar. Ancak tatbikatı bakımından tahlîl ettiğimizde ise, bunun neticesinin, yukarıda da beyân ettiğimiz gibi onu uygulayan şahısların kalbî âlem, dînî hassâsiyet, kemâlât ve hâdiselerdeki dirâyet ve kifâyetine bağlı olduğu görülür.

Bunun içindir ki biz, bu me­se­lenin zarûretini kabûl etmekle birlikte, onun tatbik edilmesi husûsunda cereyan eden hâdise ve neticelerin kânûn-i ilâhîye uygun olanlarına tasvipkâr, nefsânî sâikle olanlarına muhâlif ve kat’î teşhis konulamayanlarına ise ne taraftar, ne aleyhtârız...

KARDEŞ VE EVLAT KATİLİ MESELESİNDE ÜÇLÜ TAKSİM

Zira Osmanlı’nın tatbik ettiği “kardeş ve evlât katli” me­se­lesi şu üçlü taksîme muhâtaptır:

1- İsyan eden hânedân üyelerinin katledilmeleri, tamamen şer’î bir çerçevededir. Bunlar, İslâm hukûkundaki “isyan-bağy” suçuna girmektedir ki, cezâsı ölümü gerektirir.

Bu hususta Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâ­hu aleyhi ve sellem- de şöyle buyururlar:

“Benden sonra birtakım fitneler olacaktır. Şunu bilin ki bu ümmet, bir şahsın etrafında birlik hâlinde yek-vücut iken, kim araya girip o birliği bozmak isterse, kim olursa olsun kılıçla onu(n boynunu) vurun!” (Müslim, İmâret, 59-60)

2- Bâzı kardeş ve evlât katli uygulamaları, “ta‘zîr bi’l-katl” (siyâ­se­ten ka­til) müessesesine girer. Fâtih’in, Kânunnâme’sinde «Ekser-i ulemâ dahî tecvîz etmiştir.» dediği usûle uygundur. İsyan ettiği tam tespit olunamasa da, isyan edeceğine dâir emâreler beliren hânedân mensuplarının katledilmeleri, bu kabîldendir.

Bu tatbikatın dayandığı temel, birinci maddemiz kadar bâriz değildir. Umûmî olarak şu gerekçelere istinâd edilmiştir:

  1. “Fitne, adam öldürmekten daha büyük günahtır...” (el-Bakara, 217)

  2. “Umûmî zarar karşısında husûsî zarar tercih edilip umûmî zarar bertaraf olunur.”

  3. “İki zarardan en hafifi tercih edilir.”

Bunlara ilâveten “kardeş ve evlât katli”; İslâm hukûkundaki «Za­rû­retler, memnû olan şeyleri mübah kılar.» kâidesi, istihsân, mesâlih-i mür­sele, istislâh (kamu yararı) gibi hususlarla da îzâha çalışılmıştır.

Bütün bunlara mukâbil, bu maddedeki uygulamanın «berâet-i zimmet asıldır» (suçu sâbit olmadıkça kişi suçlu değildir) diyen şer’î hukuktan ziyâde fer’î delillerin zorlanmasıyla örfî hukûka dayandığı ifâde edilmektedir. Örfî hukûkun ise, muhtevâsını şer’î hukuktan almakla beraber zaman zaman bu muhtevânın dışına çıktığı vâkîdir.

3- Bu kısımdaki katletme hâdiseleri ise, ne isyan suçuna, ne de siyâseten katle dâhildir. Bu gruba giren uygulamaların meşrûiyeti yoktur. Bir suistimâlden ibarettir.

İşte “kardeş ve evlât katli” me­se­lesinde bu üç maddeyi göz önüne alarak değerlendirme yapmak, tasvip, tenkid veya tarafsızlığı bunlara göre ayarlamak, gerçeklere en uygun olanı görünmektedir. Nitekim bu hâdiselere şâhid olan o zaman ulemâsının ve şeyhülislâmlarının tavırları incelendiğinde, onların takip ettikleri yolun da bu olduğu görülmektedir.

TARAFGİRLİK VE ALEYHTARLIKTA İLERİ GİTMEMEK

Onlar, liyâkat ve dirâyetlerine göre, şer’î olanlarına açıkça fetvâ vermişler, siyâseten yapılan katillere ise sadece örfî hukûka göre bir beyanda bulunmuşlar, ancak gayr-i meşrû ve bir suistimâl olarak gerçekleştirilen katillere ise, azledilmeleri pahâsına da olsa, aslâ cevaz ve fetvâ vermemişler, büyük bir dirâyetle karşı çıkmışlardır.

Birinci maddenin şer’î muhtevâ içinde olduğu, müttefekun aleyh’tir. Üçüncü maddenin ise, gayr-i şer’î olduğu kat’îdir. Lâkin bütün bunların içinde en zor ve en çok tartışması olan ikinci maddedeki tatbikat, yani siyâseten katiller husûsudur ki, kesin çizgilerle doğru veya yanlışı tespit, neredeyse mümkün değildir.

Dolayısıyla bu hususta tarafgirlik veya aleyhtarlıkta ileri gitmemek, pek isâbetli olur. Zira gözümüzün önünde cereyan eden günümüz siyasî hâdiselerinin tahlil ve takdîrinde bile ferdler arasında hüküm verirken çekilen güçlük ve isabetsizlikler düşünülürse, asırlarca evvel cereyan etmiş olan böyle muhâtaralı hâdiselerde kat’î bir hüküm vermenin zorluğu daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Bu sebeple diyoruz ki:

Her şeyin en doğrusunu ancak ve ancak Allah bilir...

Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013