Kalbin Huzura Kavuşması Neye Bağlıdır?

İbadet Hayatımız

Kalbin huzur ve sükûna kavuşması, mânen ulaştığı seviyeye bağlıdır. Bunun için de kulun mânevî bir terbiyeden geçmesi zarurîdir. Zira kalbin ilim ve hikmetle dolması, dînin yüksek hakîkatlerine vâkıf olması ve kulun mânen tekâmül edebilmesi, ancak birtakım ameliyeler neticesinde mümkün olabilir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, daha peygamberlikle vazifelendirilmeden önce, Nûr Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda îtikâfa[1] çekilirdi. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, İncil’den ilk ilâhî kelâmı duyuncaya kadar Sair Dağı’nda kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmıştı. Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la mükâlemesinden evvel, Tûr Dağı’nda kırk gün savm-ı visâl (iftarsız oruç) tutmuş, bir nevî riyâzata girmişti. Yûsuf -aleyhisselâm-, Mısır’a sultan olmadan önce, on iki sene zindanda kaldı. Orada çile, riyâzât, mücâhede ve meşakkatin bütün kademelerinden geçirildi. Böylece mübârek kalbi, Allah’tan gayrı bütün sığınak, barınak, dayanak ve alâkalardan tamamen arındı.

Tasavvuftaki, mâsivâdan tevbe, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kalben ve rûhen uzaklaşarak “hiçlik” ve “yokluk” hâline erebilmek de, böyle bir hazırlık devresini ifâde eder. Zira her şey, hiçlik ve yokluğa erdikten sonra başlar.

KALBİ ARINMA

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mîrâc’a çıkmadan evvel İnşirah Sûresi’nin sırrına mazhar oldu. Daha evvel iki defa yaşadığı gibi, mübârek sadrı açılıp kalb-i şerîfleri yıkandı, ilim ve hikmet nûruyla dolduruldu. Çünkü O, Mîrac’da acâib ve garâib hâdiselerle karşılaşacak, beşerî kesâfetle görülemeyecek esrâr-ı ilâhîyi ve latîf manzaraları seyredecekti. Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelmiş-geçmiş bütün insanların en temiz kalplisi idi. Bunu en azılı müşrikler bile îtirâf ediyorlardı.

O hâlde, Allâh’ın seçkin kulları olan peygamberler dahî kalp tasfiyesinden geçirilirse, diğer insanların kalbî arınmaya ne kadar muhtaç olduğu daha iyi anlaşılır. Zira kesîf bir kalp ile, Latîf olan Cenâb-ı Hakk’a yaklaşılamaz.

Bu husustaki diğer bir delil de şudur:

Cenâb-ı Hak; “Günahın zâhirîsini de bâtınîsini de terk edin!..” buyurmaktadır. (Bkz. el-En‘âm, 120)

Demek ki insan, zâhirî günahlardan uzak durmak zorunda olduğu gibi bâtınî günahlardan da sakınmak mecburiyetindedir. Hattâ kibir, riyâ, haset, kin, öfke ve cimrilik gibi bâtınî günahlar, daha tehlikelidir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte;

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyrulmuştur. (Müslim, Îmân, 147)

[1] Îtikâf: Bir yere kapanıp, vakti ibadetle geçirmek. Bilhassa Ramazan’ın son on gününde câmiye kapanarak kendini ibadete vermek.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları