Kalbimizden Hayata Nasıl Bakabiliriz?

İbadet Hayatımız

Dr. Adem Ergül, "Şekilcilik kolaycılıktır. Öze inmek zordur. Hâlbuki kalite, öze inişle doğru orantılıdır. Kişi, özünü pişirmeden hamlıktan kurtulamaz. Özün kemâli ise içte hapsedilen bir duygudan ibaret değildir. Hayata yansımayan öz, çürümeye ve sönmeye mahkûmdur. Öyle ise kalıptan kalbe, kalpten hayata bir bütünlük içinde mü’min-i kâmil olmak, insan-ı kâmil olmaktır." diyor.

İnsan çoğu zaman kendisini aldatan bir varlıktır; fakat aldanmış görünmez. İçinde bulunan nefs mekanizması hemen harekete geçer ve gerekçeler üretir, yaptığının haklılığına ve meşrûluğuna nice nice deliller bulmaya çalışır. Yaldızlı sözlerle, gerçek hâlini perdeler. Yapmadan yapmış gibi, olmadan olmuş gibi görünür.

Doğan Cüceloğlu bu nevi bir hayat tarzını bir kitabının kapağına taşır: “Mış Gibi Yaşamlar”. Sonra da bununla neyi kastettiğini şöyle açıklar:

“Ne demek ‘mış gibi’ yaşam? Düşüncelerinin arkasındaki niyetin farkında olmayan, sözü, özü ve davranışı birbirine uymayan insanların hayatı demek. «Böyle insanlar var mı?» diye sorarsanız, çevrenize bir bakın! Aklı, düşüncesi çocuğuna yardım etmekle dolu olduğu halde asık yüzlü, kırıcı, ilgisiz anne veya babaları; öğretmen olduğunu söyleyen ama hiç kitap okumayan insanları göreceksiniz. Üstelik mış gibi yaşam, insanların bu anlayışla oluşturduğu ya da işlettiği kurumlar yoluyla giderek tüm topluma yayılıyor: Vatandaşa yardım etmek için oluşan bürokrasi, köstek olmak konusunda uzmanlaşıyor; güven duymamız için oluşturulan kurumlar, güvensizliğin kaynağı haline geliyor; adaleti sağlamak için yapılan yasalar, adaletsizliğin düzenini sürdürüyor. Kimimizin körleşip fark etmediği, kimimizin artık yadırgamadığı mış gibi bir yaşam yaşıyoruz. Sanki hayat tarzımız olmuş, kuşaktan kuşağa sürüp gidiyor: Yaşıyormuş gibi görünüp de aslında yaşamamak... Ve yaşamadığının farkında bile olmamak...”

Rabbimiz, sözleriyle kendini perdeleyen ve kılık kıyafeti ile adam zannedilen ve fakat özünde başka bir kişilik ve kimlik taşıyan kimseleri şöyle deşifre eder:

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!” (Münâfikûn Sûresi, 4)

İnandığı gibi yaşamamak ve fakat yaşar gibi görünmek, itikadî ya da amelî bir nifak alametidir, riyakârlıktır. “İman eden kimseler iseniz” diye başlayan ya da biten nice âyet-i kerimeler, bu tutarsızlıkların hastalıklı bir kişilik yapısı ortaya koyduğuna dikkat çeker. Söylediğini yapmayan ya da yapmayacak olan kimselerin, ilahi gazabı üzerlerine çekecek bir yanlışın içinde oldukları hatırlatılır:

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf Sûresi, 2-3)

Bu tutarsızlık, hayatın hemen her alanında müşâhede edilir. Şâh-ı Nakşbend Hazretlerinin mümtaz halifelerinden Muhammed Pârsâ Hazretleri, “Faslu’l-hitâb” isimli eserinde müfessirleri, muhaddisleri, fakihleri ve vaizleri uzun uzun değerlendirir. Görünenle, olması gerekenin farkına dikkat çeker. Örnek olması bakımından Kur’ân-ı Kerim’i anlayıp anlatmaya çalışan müfessirlerle ilgili şu sözleri konumuz açısından ufuk açıcıdır:

Müfessirlerin birinci hâli: Kendilerinden evvelki müfessirlerin sözlerini zaptedip naklederler. Bunu işin zirvesi bilirler. Bununla kendilerini ilimde rasihlerden (işin hakikatine erenlerden) zannederler. Bunlar bütün zamanla­rını eski müfessirlerin kavillerini nakletmekte tüketirler. Bu taifeye vâcib olan, önce dini bilmenin ve yaşamanın ne olduğunu öğrenmektir… Bunlara göre dini yaşamak en sonra düşünülecek iştir. Hattâ fazla ehemmiyeti yoktur. Hâlbuki dini anlatmağa çalışmaktan önce anlamağa çalışmak lâzımdır. Dini anlamak için de hem kalıbın ve hem kalbin üzerine düşen farzlar bilinecek, hem de farzların şekilleri ve ruhları, yâni mânâları bilinecek… Hakikat şudur ki eski sözlerin naklinden başka bir mârifeti olmayan kimse kendisi çıplaktır. Böyle bir kimse Hak yolunun yolcularına nasıl elbise giydirebilir? Bunlar evvelâ düşün­melidirler ki kendilerinden istenen kulluktur. Şunun bunun ne de­diğini nakletmekle uğraşmak değil.

Müfessirlerin ikinci hâli: Bunlar da eskilerin sözlerini çok çok zikrederler. Anlayış ve kavrayışları mükemmeldir. Mezhebleri ve inançları iyi bilirler. Fakat Allah’ın emir ve nehiylerini, Allah’ın mu­radı veçhile anlamaktan bihaberdirler. Çünkü farzları, vacipleri, sünnetleri, müstehapları lâyıkı veçhile anlamak için evvelâ bunları yapmak yaşamak lâzım geldiğine ehemmiyet vermezler. İlimleri sa­yesinde hakkı batıldan bid’atı sünnetten ayırabilirler. Fakat yaşa­madıkları için bildiklerini doğru dürüst anlatmaktan uzaktırlar. Bilmez ki, herkesin işitme gücü, kulağının temizliği ve hastalıklar­dan uzaklığı ölçüsündedir. Herkesin meşrebi ne ise söyleneni o şe­kilde anlar… İnsan Kur’ân’ı ne kadar yaşıyorsa o kadar anlar. İnsan Kur’ân’ı ne kadar az yaşıyorsa, Kur’ân ahlâkıyla ne kadar az ahlâklanıyorsa, nakilleri, rivâyetleri o kadar fazla yapar. Bütün bu yaptıkları Allah’ın, kitâbına perde olmaktan başka bir şey değildirler.

Bunla­rın bir başka tipleri de vardır ki tefsirlerde gördükleri kaviller, rey­ler üzerindeki kanaatlerini beyân etmeği iş sayarlar. Bizim asrı­mıza kadar gelenlerden böylelerini tedkik ediniz, Kur’ân’a perde olanlar ve insanların zihinlerini bulandırmaktan başka bir şey yap­mayanlar hep Kur’ân’ı yaşamadan anlatmağa uğraşanlardır… Kur’ân’ı yaşamadan görüş beyân etme sevdâsında olan­lar, hevâ, nefis ve şeytanın tasallutu altındadırlar… Farzları vâcipleri öğre­nip kendileri yapmayanlar, başkalarına ne sünneti öğretebilirler, ne bid’atı. Bunlar evvelâ kendi müslümanlıklarını sönmekten, kurumak­tan kurtarsınlar… Kimin sırrı ve kalbi daha temiz ise esrâr-ı ilâhiyyeden nasibi o kadar çoktur. Kulluk âyetlerinden daha bir şey anlamayanlar rubûbiyyet âyetlerinden nasıl anlayabilirler ve insanlara yol gösterebilirler?

Müfessirlerin üçüncü hâli: Eskilerin hâllerini hıfzetmişlerdir. Arabi lisânı iyi bilirler. Mezhebleri ve inançları kemâl derecesinde bilirler. Şahsî hayatlarında küçük günahlardan bile korunmağa ça­lışırlar. Fâcir ve fâsıkların ve günün adamlarının sohbetlerinden uzaktırlar. Bütün bunlarla beraber bilmek lâzımdır ki, hakikati öğreten an­cak Hak Teâlâ’dır. Herkesin anlayışının temizliğine göre yardım ge­lir. Kimin anlayışı daha temiz ise Hakk’ın dergâhından nasibi o ka­dar fazla olur. İşte böylelerine müfessir denilebilir.”1

Bütün ârifler ve mürşitler, sözden ziyâde hâle dikkat çekmişlerdir. İşi lafa döken ve hâlden nasipdâr olmayan kimselerin ham sofu ve kaba softa olduklarına işâret etmişlerdir. Seyr u sülük yoluna intisap edip de İslâm’ın ahkâmını ticârî hayatına, aile hayatına ve ilişkilerine yansıtamayan kimselerden hep bîzar olmuşlardır. Dindarlığı sadece zikr u tesbihe, kılık-kıyafete ve yaldızlı sözlere indirgeyenlerden hiçbir zaman hazzetmemişlerdir. İbrâhim Desûkî -kuddise sirruh- böyleleri hakkında der ki:

Bir şeyi anlatmak, hiçtir. Anlamak icab eder. Hiç bir zaman için anlatan; anlattığı mânânın mârifetine eren, onun tam hâmili olduktan sonra konuşan gibi olamaz. Anlatmak istediğim makama, bazı müşahede ehli olan kimseler de ermiş değildir. Böylelerine:

«O, erdiğin makamı vasfet (özelliklerini ve nişanlarını açıkla)» dense yapamazlar. Çünkü hakiki ve eksiksiz bir zevke yani o hâlin manevi tadına erişememişlerdir.

Bütün bunları anlatmaktan kastım odur ki cümle evlâdım zevk ehli olalar, yani işin hakikatine eren ve o hâli yaşayan kimseler olsunlar... sadece vasfeden, anlatan değil.”

Ehl-i irfân arasında meşhur olan “Tatmayan bilmez” sözü, taklit ehlinin tahkike ermediği sürece hakikat bilgisine sahip olamayacağına dikkat çekmek içindir. Öz, söz ve fiil bütünlüğü, parçalanmamış sıhhatli kişiliğin vazgeçilmez bir zaruretidir. İmanın kalbe inmesi ve hayat haline dönüşmesi de ancak bu şekilde gerçekleşebilir. İmanı ve İslâm’ı hayatın kimi alanlarında askıya almak ve bununla beraber iyi Müslüman, kâmil mümin ya da insan-ı kâmil postuna bürünmek, esasen kendini kandırmaktır. Hayatımızda kimi zaman Allah’ı, kimi zaman da nefsi, şeytanı ve tağutu hâkim kılmak nasıl bir Müslümanlıktır. Bu durum zihnin bölünmesi, kalbin bölünmesi ve kişiliğin parçalanmasıdır. Tevhid bu değildir. Bilerek ya da bilmeyerek şirkin içine düşmek işte böyle bir şeydir.

Şekilcilik kolaycılıktır. Öze inmek zordur. Hâlbuki kalite, öze inişle doğru orantılıdır. Kişi, özünü pişirmeden hamlıktan kurtulamaz. Özün kemâli ise içte hapsedilen bir duygudan ibaret değildir. Hayata yansımayan öz, çürümeye ve sönmeye mahkûmdur. Öyle ise kalıptan kalbe, kalpten hayata bir bütünlük içinde mü’min-i kâmil olmak, insan-ı kâmil olmaktır.

Dipnot: 1) Bkz. Muhammed Parsa, Faslu’l-hitâb-Tevhide Giriş (Ter. Ali Hüsrevoğlu), sh. 365-371, Erkam Yayınları İstanbul.

Kaynak: Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, 357. Sayı, Kasım 2015