İyi İnsanlar İyi Atlara Binip Gittiler Sözüyle Ne Anlatılmak İsteniyor?

İbadet Hayatımız

İyi insanlar iyi atlara binip gittiler sözünü nasıl anlamalıyız? İyi insanlar iyi atlara binip gittiler sözünün hikayesi nedir? Yetişmiş insanın kıymeti nedir?

Necip Fazıl, bir hikâye ile muhteşem mâzîmize ait kıymetleri zâyî edişimizi şöyle anlatır:

Bir süvari zâbiti (subayı), harp zamanında cins atlarıyla meşhur bir köye sık sık gelip ordu hesabına yüksek kumandanlara at satın alırdı. Harpten bir hayli zaman sonra herhangi bir vesileyle bu köye uğruyor.

Mütâreke olmuş, muharebe durmuş, fakat bütün vatan toprağı, kum kum acımakta, taş taş sızlamakta...

Zâbit, bir ölü evine girercesine köye ayak basıyor. Memiş Ağayı arıyor. (...)

“Uzun bir sükût... Memiş Ağanın konuşmaya pek niyeti yok... Nihayet zâbit, dayanamayıp, köyün en büyük ağasına ve atçısına soruyor:

–Niye susuyorsun ağa?

–Ne söyleyeyim oğul?

Zâbit kimi sorduysa; «Yok!» cevabını alıyor; hangi atı merak ettiyse; «Yok, gitti; yok, öldü!»

Sükût...

–Karabaşların Hasan Ağaya ne oldu, ağa?

–Yok, gitti!

Sükût...

–Ya şu meşhur kır at; Akduman?

–Yok, öldü!

Hangi insan sorulsa; «Ya öldü, ya gitti!»; hangi at merak edilse «Ya gitti, ya öldü!»

Ölen niçin, giden nereye?.. Yahut ölen nereye, giden niçin?.. Gidenler mi ölüyor, ölenler mi gidiyor?.. Hâsılı her şey karanlık, her şey müphem...

Nihayet Memiş Ağa; zâbitin ikide birde kendisini kurcalamasından üzgün, elini gayet husûsî bir işaretle sağa açıp, sonra ona bir gidiş âhengi verip diyor ki:

«–Senin anlayacağın oğul; iyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, gittiler!»

Bugün ecdâdımızın şanlı zaferleri, muvaffakiyetleri ve eserleri yâd edilip de; «Âhh şimdi neredeler?» diye sorulduğunda, âdetâ bu cevap kalbimizde çınlamaktadır:

“O serdengeçti kahramanlar, o korkusuz yiğitler, deryâ gönüllü vakıf insanlar; o yağız atlara binip gittiler!..”

O arslanların gitmesiyle de; bu beldeler sahipsiz kaldı, vîrân oldu. Tilkiler, çakallar ve canavarlar, sürüleri târumâr etti.

Mehmed Âkif; ecdâda lâyık bir evlât olamamanın hüsrânını, Yunan askerinin Bursa’yı işgal ettiği ve padişah kabirlerine hakaret ettiği günlerde şöyle dile getirmişti:

Ne hüsrandır ki: Şarkın ben vefâsız, kansız evlâdı,

Serâpâ garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

Hayâlimden geçerken şimdi; fikrim hercümerc oldu,

Salâhaddîn-i Eyyûbîlerin, Fâtihlerin yurdu.

Ne zillettir ki: Nâkûs inlesin beyninde Osmân’ın;

Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!

Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun;

O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!

Çökük bir kubbe kalsın mâbedinden Yıldırım Hân’ın;

Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhân’ın;

Ne haybettir ki: Vahdetgâhı dînin devrilip, taş taş,

Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş

Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;

Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!

Dolansın sonra, İslâm’ın haremgâhında nâmahrem...

Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Necip Fazıl da şiirin diliyle o tarihî tahassürü şöyle ifade etmiştir:

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an;

Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yûnus Emre ki, kıyında geziyordu;

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin; cömert Nil, yeşil Tuna;

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgâr o sedâyı: Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

Sakarya, kandillere katran döktü geceler...

Necip Fazıl; bu ümitsiz tablodan, bir nikbin (iyimser) netice çıkarmaya çalışır:

“Bizse, Memiş Ağa misâlini tersinden hayal etmeye meyilliyiz. Şöyle; ne kadar fikrî, bediî, içtimâî, idârî hasretimiz varsa, hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine vermek ve sonunda, sökün etmekteki «safkan»ları görünce nârayı basmak:

–İyi insanlar; iyi atlara bindileeeeer, geldiler!” (Necip Fazıl, Ata Senfoni, s. 199-200)

İstikbâle dair böyle bir ümidi beslemek için de kendini ve her türlü imkânını İslâm’ı yaşamaya ve yaşatmaya adamış yiğitlere ihtiyaç vardır.

Bu muhasebe ve değerlendirmede bize örnek olsunlar diye, Cenâb-ı Hak bize, dâimâ tebliğ ve hidâyet öncülerini misal vermektedir:

Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i Süleyman ve Zü’l-Karneyn gibi zâtlardan bahsedilir. Bu peygamber ve sâlih zâtlar; Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lutfettiği, hükümdarlık vb. imkânlar ile hak ve hakikati her yere ulaştırma azmini sergilerler.

Hazret-i Süleyman; cihâda vesile olan atlara husûsî bir alâka göstermiş, nâil olduğu fevkalâde imkânlarla hak dînin azametini sergileyen bir medeniyet inşâ etmiştir.

Zü’l-Karneyn; dünyanın gidebileceği en uzak noktalarına kadar gitmiş ve insanlığın hidâyetine hizmet etmiş, onları şerlerden muhafazaya gayret göstermiştir.

Tebliğ vazifesi; sadece, İslâm’dan uzak kişileri hidâyete erdirme gayretinden ibaret değildir. Henüz takvâya erişememiş müslümanları irşâd etmek, onlara iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoymak da çok mühim bir tebliğ vazifesidir.  Onların ve bizim dedelerimiz, Çanakkale’de omuz omuza beraber cihâd etmişlerdi.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hidayetlere Vesile Olmak, Yüzakı Yayıncılık