İslam’ın Sınıf Ayrımı Var mıdır?

İSLAM

İslâm’da sınıf ayrımı var mıdır? İslâm’ın adalet anlayışı.

İslâm’ın getirdiği “adâlet” anlayışı, her türlü sınıf farkını sıfırlayıp eşitler. Buna dâir bir misal şöyledir:

Bedir Harbi’nde çarpışma başlamadan evvel Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem, elindeki ok ile mücâhidleri; “Beri gel, geri git!” gibi tâlimatlarla hizâya getirdi ve saydırdı. Bu esnâda saftan ileri çıkmış bulunan Sevâd bin Gaziyye’nin karnına dokunup:

“–Ey Sevâd! Hizâya gel!” buyurdu. Sevâd radıyallâhu anh ise:

“–Yâ Rasûlâllah, canımı acıttın! Allah seni hak ile gönderdi. Kısas isterim!” dedi. Peygamber Efendimiz hemen gömleğini açtı ve:

“–Haydi, kısas yap!” buyurdu. Ensâr endişelenerek:

“–Ey Sevâd! O Allâh’ın Rasûlü’dür!” diye onu kendine getirmeye çalıştılar. Sevâd radıyallâhu anh ise:

“–Adâlette hiçbir beşerin diğerine karşı üstünlüğü yoktur!” dedi. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem tekrar:

“–Haydi, kısas yap!” buyurdu. Sevâd, Peygamber Efendimiz’in mübârek bedenini öptü. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem:

“–Ey Sevâd! Niçin böyle yaptın?” diye sordu. Sevâd radıyallâhu anh:

“–Görüyorsunuz ki savaşa hazırlanıyoruz. İstedim ki benim en son ânım, Sana dokunduğum ân olsun!” dedi.

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz ona hayır duâda bulundu.[1]

Hayatı boyunca bütün mahlûkâtın hakkına, fevkalâde îtinâ gösteren Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, vefâtı esnâsında bile kul hakkını gündeminde tutmuş ve mecâlsiz olduğu hâlde minbere çıkarak:

“Ashâbım, kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına sehven (bilmeyerek) vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun!..” buyurmuştur.[2]

İşte örnek hayatı âdeta canlı bir Kur’ân tefsîri mâhiyetinde olan Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, adâlet önünde kendisinin bile bir imtiyâzının bulunmadığını çok açık bir üslûb ile beyân etmiştir. Böylece toplumdaki güçlü kimselere iltimas geçilemeyeceğini kat’î bir sûrette îlân etmiştir.

Peygamber Efendimiz’in, daha risâletle vazifelendirilmeden evvel iştirâk ettiği “Hılfü’l-Fudûl” adlı cemiyet de, ticârî ve içtimâî hayatta adâleti hâkim kılma gâyesine hizmet etmekteydi. Herhangi bir haksızlığa mâruz kalan ve hakkını arayamayan zayıf ve yabancı kimselere yardımcı olunur; zayıfın gasp edilen hakkı, güçlüden alınıp kendisine iâde edilirdi.

Bu hassâsiyetin tezâhürleri, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bütün hayatında görülmekteydi. Nitekim bu hâl, O’nun hadîs-i şerîflerine de şöyle aksetmişti:

“…İçindeki zayıfların, haklarını incitilmeden alamadıkları bir toplum iflâh olmaz...” (İbn-i Mâce, Sadakât, 17)

“…Güçsüzlerin hakkının güçlülerden alınmadığı bir toplumu Allah nasıl temize çıkarır?” (İbn-i Mâce, Fiten, 20)

“Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı, âdil idarecidir. Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesafede bulunanı da zâlim idarecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4/1329; Nesâî, Zekât, 77)

Velhâsıl İslâm’da, güçlünün haklılığı değil, haklının güçlülüğü ve adâletin üstünlüğü esastır.

Dipnotlar:

[1] İbn-i Hişâm, II, 266-267; Vâkıdî, I, 57; İbn-i Sa‘d, III, 516. Krş. Ebû Dâvûd, Edeb 148-149/5224, Diyât 14/4536. [2] Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 255; Taberî, Tarih, III, 190; Ahmed, III, 400.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları