İslam’ın Mahlukata Bakışı

Osmanlı Tarihi

Bugün husûsiyle Rabbin “Rahmân ve Rahîm” tecellîlerinden nasîb alarak Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhameti kâmil bir tarzda yaşayabilme mecbûriyetindeyiz. Bu hâl ise, Hakk’a yakın bir kul olabilmenin en büyük müessirlerinden biridir.

Kâmil bir mü’minin gönül ufkunu gösteren şu misâl ne kadar ibretlidir:

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, bir yolculuğu esnâsında mola verdiği bir ağaç altında yemek yemiş, sonra yoluna devam etmişti. Epey bir müddet sonra da torbasının üzerinde dolaşan bir karınca gördü ve üzülerek:

“–Bu hayvanı vatan cüdâ ettim!” dedi.

ŞEFKAT ALA HALKILLAH

Derhâl geri döndü ve yemek yediği mekâna varıp o karıncayı yerine bıraktı. Zira o, “şefkat alâ halkıllâh” yani Yaratan’ın şefkat nazarıyla yaratılana bakabilme şuuruyla bir karıncanın dahî hakkına riâyetin ehemmiyetini idrâk hâlindeydi.

Nitekim bir karıncaya dahî bu îtinâ ve alâkayı lüzumlu gören ruh, İslâm ve îmânın bir olgunluk tezâhürüdür ki, şimdi bizleri Balkanlar’da yaşanan drama karşı alâkaya dâvet etmektedir. Yıllar önce başlayan ve devam eden şu haykırışa kulak vermeliyiz:

Ne reng-i muzlime girmiş o yemyeşil Kosova!

Şimâle doğru bütün Pirzerin, İpek, Yakova,

Fezâ-yı mahşere dönmüş gırîv-i mâtemden...

Hem öyle arsa-i mahşer ki: Yok, şefâat eden!

Ne bir yaşındaki mâsûm için beşikte hayat;

Ne seksenindeki mazlûm için eşikte necât:

O, baltalarla kesiktir; bu, süngülerle delik...

Öbek öbek duruyor pıhtı pıhtı kanla kemik!

Bütün yıkılmış ocak başka şey değil görünen...

O günden beri, bu toprakların evvelki hâkim ve efendi unsuru olan müslümanların, daha önce dillere destan bir şekilde icrâ ettikleri adâletin bir bedeli olarak eski tebaalarından gördükleri zulümler, ciltlerle yazılsa bitmez.

SULTAN MURAD’IN EVLÂTLARI

Bugün Kosova’da Sultan Murad’ın evlâtları ağır bir zulümle imhâ edilirlerken, onların dertleri ile ne kadar dertlenebiliyoruz? Yoksa akşam duyup sabah unuttuğumuz sıradan ve gündelik haberlere gösterdiğimiz alâkadan öteye geçemiyor muyuz? Gelişen hâdiseler ve yaşanan cinâyetler, bizleri ne kadar îkâz edebiliyor? Şâirin mâzîden yükselen ve hâlâ cârî olan:

Kimsesiz âilelerden kimi gitsin bıçağa;

Kimi bin türlü fecâatle çekilsin kucağa...

Birinin ırzı heder, dîgerinin hûnu helâl...

......

Artık ey millet-i merhûme sabâh oldu uyan!

sesini ne kadar duyabiliyoruz?

Hâsılı zor günlerde büyük bir uyanıklık içinde:

“Sevdiklerinizden infâk etmedikçe aslâ «birr»e (hayrın kemâl noktasına) eremezsiniz!” (Âl-i İmrân, 92) sırrını yaşayabilenlere ne mutlu!

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları