İslam’ın Hayvan Haklarına Verdiği Önem

Sorularla İslam

İslam’ın hayvan haklarına verdiği önem nedir? İslam’da hayvan hakları ve sevgisi.

Batı hümanizmi; insanı, kulluk ve takvâ ile yahut ahlâk ve fazîlet ile değil, âdeta putlaştırarak yüceltir. Bunu da sadece kendi ırkı ve kendi bölgesi için hak görür.

Bu azgınlık neticesinde, Batı bilim ve tekniği, binlerce mahlûkâtın soyunun tükenmesine, karada, denizde ve hattâ atmosferde fesâdın, kirlenme ve bozulmaların zuhûr etmesine sebep olmuştur. Denizler kirlenmiş, ozon tabakası delinmiş, kutupların hiç erimeyen buzları dahî erimeye başlamıştır.

Çünkü Batılı, karşılaştığı insan, hayvan, bitki ve eşya, her şeyi talan edilecek, sömürülecek, satılacak bir metâ olarak görmüştür.

Hâlbuki İslâm’daki insanîlik prensibi, insana vazifeler ve mes’ûliyetler yükler. Zira bütün mahlûkat, insan için yaratılmıştır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“O; göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

HAYVANLARIN FAYDALARI

Bilhassa can taşıyan mahlûkat, yani hayvanların hakkına âzamî derecede riâyet etmek gerekir.

Bu mahlûkat içinde;

  • Tavuk, koyun, sığır ve benzerleri; gıdâ ihtiyacımızı karşılar.
  • Tavuslar, bülbüller ve ceylânlar gibi zarif mahlûklar; Cenâb-ı Hakk’ın sanatını temâşâ ettirir.
  • Yılanlar, çıyanlar ve akrepler gibi ürpertici mahlûkat ise; azâb-ı ilâhîyi hatırlatacak ibret levhalarıdır.
  • Mikro-organizmalardan devâsâ balinalara kadar her biri, kudret-i ilâhiyye için muhteşem birer delil ve şahittir.

İSLAM’DA HAYVAN HAKLARI

Ancak hepsi, insana emânet ve insana zimmetlidir. Onları da, bizi de Allah yaratmıştır. Mü’mine düşen, bütün mahlûkâta merhametle davranmaktır. Onlara aslâ zarar vermemektir.

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, insana saldıran zehirli bir hayvanın bile eziyet verilmeden, bir vuruşta öldürülmesini emretmektedir.[1]

Hayvan hakkı çok dikkat etmemiz gereken bir meseledir. Meselâ günümüzde; hasat sonrasında zahmet çekmeden anızı yok etmek için, tarlalar ateşe verilmektedir.

Unutmamak gerekir ki, kimseye bir zararı olmadığı hâlde, o tarlalarda yanarak ölen kaplumbağalar, karıncalar ve böcekler, yarın diriltilecek ve hakkını isteyecektir.

Avcılık ise dînimizde, ancak gıda için mubah kılınmıştır. Onun muayyen mevsimleri vardır. Yavrular annesiz, anneler yavrusuz bırakılmamalıdır.

Eğer gıda ihtiyacı yoksa; insan, keyif için avcılık yapmamalı, işi sadizm ve tiryâkiliğe dönüştürmemelidir. Zira hadîs-i şerîflerde, hayvanların ok hedefi olarak kullanılması men edilmiştir.[2] Zevk için avlanmanın da bundan farkı yoktur.

Mahşer yerinde hayvanlar da, aralarındaki haksızlıkların adâlete kavuşturulması için haşredilecektir.[3] Daha sonra; zulme uğrayanlar, kendilerine zulmedenlerden hakkını alacak ve akabinde hepsi toprak olacaktır. İşte kâfirler bu manzarayı görünce, ilâhî azaptan kurtulmak için o hayvanlar gibi olmayı arzu ederek şöyle diyecekler:

يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَابًا

“...Keşke toprak olsaydım.” (en-Nebe, 40)[4]

Âhirette bu nevi pişmanlıklara dûçâr olmamak için, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına riâyet edip Oʼnun bütün mahlûkâtının hak ve hukukuna da son derece riâyet etmeliyiz.

Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, mahlûkâtın üzerimizdeki haklarını ashâbına sık sık hatırlatırdı:

Bir defasında Fahr-i Kâinât Efendimiz, ateşe verilmiş bir karınca yuvası gördü. Bütün âlemler için şefkat ve merhametle çarpan rakîk yüreği mahzun oldu, bu hâli kabullenemedi. Büyük bir teessürle şöyle buyurdu:

“Kim yaktı bunu? Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine mahsustur.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164/5268)

Bir defasında da açlıktan âdeta karnı sırtına yapışmış bir deve gördüğünde şöyle buyurmuştu:

“Bu dilsiz (derdini söyleyemeyen) hayvanlar hakkında Allah’tan korkun!” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44)

Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ensâr’dan birinin bahçesine girmişti. Baktı ki orada bir deve var. Deve, Peygamber Efendimiz’i görünce inledi ve gözleri yaşardı. Peygamber Efendimiz; devenin yanına gitti, hörgücünü ve kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve inlemesini kesti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem;

“–Bu deve kimindir?” diyerek devenin sahibini aradı. Medînelilerden bir delikanlı çıkageldi ve;

“–Bu deve benimdir, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdu:

“–Allâh’ın seni sahip kıldığı şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? O senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44)

Yine Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, on bin kişilik ordusuyla Mekke Fethi’ne giderken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek gördü. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem ashâbından Cuayl bin Sürâka radıyallâhu anh’ı yanına çağırarak onu bu köpek ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Onların İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi hususunda tembihte bulundu. (Vâkıdî, II, 804)

Sevâde bin Rebî radıyallâhu anh şu muhteşem incelik ve merhamet misâlini nakleder:

“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp kendisinden bir şeyler istedim. Bana birkaç tane (3 ile 10 arasında) deve verilmesini söyledi. Sonra da bana şu tavsiyede bulundu:

«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Yine hadîs-i şerîflerde -hulâsaten- şöyle buyruluyor:

“Bir kadın, bir kediyi hapsedip açlıktan ölmesine sebep olması yüzünden Cehennemlik oldu.

Bir günahkâr ise, susuz bir köpek gördü. Ona su vermek için, zor şartlarda kuyuya indi, (başka kap bulamadığı için) ayakkabısıyla su çıkarıp ona içirdi. O da ilâhî affa nâil oldu.” (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 151-152)

Rabbimiz’in rızâsı da gazabı da; bazen büyük, bazen orta, bazense küçük gibi görünen amellerde gizlidir. Bu sebeple hiçbir hayrı da hiçbir günahı da önemsiz görmemek gerekir.

Efendimiz’in tâlim buyurduğu bu şuurla;

Bir “vakıf medeniyeti” diyebileceğimiz Osmanlı’da hayvan haklarına son derece riâyet edilmiştir. Binalara zarif kuş evleri eklenmiş, çeşmelere kedi ve köpeklerin su içebileceği yalaklar yapılmıştır. Hastalanan göçmen kuşları tedavi eden vakıflar kurulmuştur.

Kanunî Sultan Süleyman, Süleymâniye’nin inşâsında çalıştırılan at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlama saatlerine dahî dikkat etmiş, böylece hiçbir mahlûkâtın hakkının yenmemesine âzamî gayret göstermiştir.

Bu şefkat ve merhametin bir tezâhürüdür ki, o devirlerde ülkemizi ziyaret eden yabancı seyyahlar, hâtıralarında, Müslüman mahallelerinde bulunan kedi ve köpeklerin insanların etrafında döndüklerini, gayr-i müslim mahallelerinde ise insan görünce hızla kaçtıklarını anlatırlar.

Allah rızâsına endeksli bir hayatın yaşandığı İslâm’da hayvanat hakkına bu derece ehemmiyet verilip onlara Yaratan’ından ötürü şefkat ve merhametle muâmele edilirken, “hümanist Batı”nın hayvan severliği ise, yine bencilce duygulardan kaynaklanmaktır. Zira vahiyden kopuk oldukları için, her şeyin merkezine kendi “ene”sini / “ego”sunu koyarak “ben” merkezli bir âlem tasavvuru geliştirmişlerdir.

Bunun içindir ki Batılı insanın güyâ “hayvan sevgisi” de aslında kendi egosunu sevmesinden ileri gelir. Hoşuna giden hayvanı sahiplenir, sahiplendiği hayvanı sever. Fakat bu hayvan ile arasında bir hak-hukuk münâsebeti bulunduğunu düşünmez. Canı çeker bir hayvanı sahiplenir, hevesini alınca da sokağa bırakıverir.

Yalnızlık duygusundan kurtulmak, tahakküm arzusunu tatmin etmek, eğlenmek veya başkalarına gösteriş yapmak gibi nefsânî menfaatler için edindiği evcil hayvanı kuaföre götürerek, elbise giydirerek, âdeta bir aksesuar malzemesi gibi “ilgi çekme” aracı olarak kullanır. Kendi hayvanına israf derecesinde ihtimam gösterirken, sahiplenmediği ve “benim” demediği hayvanlara ise bir kap su bile vermez.

Bu sebeple pek çok evcil hayvan dükkânı, hattâ kuaförü olan Avrupa şehirlerinde, sokakta serbestçe gezen hiçbir kedi-köpek görülmez. Zira böyle sahipsiz kalan hayvanlar, barınaklara toplanıp itlâf edilirler. Nitekim Avustralya kıtasında da yakın zaman önce, çok su tüketmeleri sebebiyle develerin itlâf edilmesi, aynı acımasızlığın tipik örneklerinden biri olmuştur.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Müslim, Selâm, 147. [2] Bkz. Müslim, Sayd, 59. [3] Bkz. el-En’âm, 38; Müslim, Birr, 15, 60; Tirmizî, Kıyâmet, 2. [4] Bkz. Taberî, Tefsîr, Nebe 40.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları