“İslam’ın Dünya Görüşü”nü Bilmek Neden Gereklidir?

İSLAM

Bir Müslüman münevverin, İslâm’ı bir “dünya görüşü” vasfında idrâk etmesi zarûrîdir. Peki bir Müslüman nasıl bir dünya görüşüne sahip olmalıdır?

İslâm, her suâle kâmil mânâda cevap vererek, muhâtabın akıl ve gönül dünyasında en ufak bir şüphe bırakmayan tek dünya görüşüdür. Akla gelebilecek, yani muhtemel olan her suâli cevaplandırır. Yeter ki muhâtabı anlamak istesin, aklını ve kalbini hakîkate kapatmasın. Zira Güneş kadar parlak bir hakîkati bile yarasa tıynetli kimseler red ve inkâr edebilmektedirler. Tıpkı İslâm’a menfî bir şartlanmayla bakanların durumu gibi.

Mevlânâ Hazretleri böyleleri için şu tavsiyede bulunur:

“Eğer burnun koku alamıyorsa, bâri güle kabahat bulma!”

MÜSLÜMANIN DÜNYA GÖRÜŞÜ

Diğer taraftan bir Müslüman münevverin, İslâm’ı bir “dünya görüşü” vasfında idrâk etmesi zarûrîdir. Bir muallim, bir imam-hatip, bir vâiz veya hangi meslekten olursa olsun, etrafına İslâm’ı anlatan, tebliğ ve temsil eden, tahsilli ve kültürlü bir müslümanın, ana prensipleri itibârıyla dînimizin, hayat, kâinat ve insanın mâhiyetini nasıl îzah ettiğini bilmesi gerekir. İslâm’ı anlayıp kalben hazmetmekte en temel mesele, bu tefekkür ufkuna sahip olmaktır.

İnsan çocukluktan itibâren, yavaş yavaş mücerred sualleri merak etmeye ve etrafına sormaya başlar. Ancak bu suallere verilen cevapların, saydığımız münevver şahsiyetlerde, çocukluk veya avam seviyesinde kalmaması îcâb eder. Niçin? Çünkü devrimiz, fikir ve ideolojilerin internet, televizyon gibi neşriyat vasıtaları sayesinde, her yere yayıldığı bir zamandır.

Hâl ve ahlâk bakımından “Modern bir Câhiliye Devri” olsa da, zâhirî bakımdan devrimiz “Bilgi Çağı” diye isimlendirilmektedir. İslâm’ın herhangi bir husustaki görüşünü müdâfaa etmek durumunda kalan bir müslümanın, karşısına seviyeli bir münkir çıktığı zaman onu ikna edecek veya en azından ilzâm edecek / susturacak derecede bu meselelere vâkıf olması gerekir.

Aksi hâlde dînini temsil mevkiinde bulunan bir Müslümanın bu hususta göstereceği zaafiyet, onun şahsına değil, İslâm’a fatura edilebilir. Bu ise İslâm’a karşı tereddüt ve şüphelerin çoğalmasına yahut menfî şartlanmaların daha da köklenmesine sebebiyet verebilir.

Bu durum, İslâm’ı temsil mevkiindeki bir Müslüman için ağır bir âhiret vebâlidir. Zira kifâyetsiz hattâ menfî bir temsil sebebiyle aklına ve kalbine şüphe ve tereddütler düşen insanların, doğru ve yeterli bir İslâmî bilgiye ulaşamadıkları takdirde ateizme, deizme, hurâfelere, bâtıl inançlara ve sakat felsefelere doğru savrulmaları kuvvetle muhtemeldir.

İslâm’ı bir dünya görüşü derinliğiyle idrâk etme ihtiyacının diğer bir gerekçesi de şudur:

İslâm’da tıpkı bir yaranın önce temizlenmesi, sonra merhem ile sarılması gibi, önce « لٰا اِلٰهَ » ile putların ve bâtıl inançların uzaklaştırılması, sonra « إِلَّا اللّٰهُ » ile sahih akîdenin inşâsı prensibi vardır. Mecelle’de de bu hakîkat;

“Def‘-i mefâsid, celb-i menâfi‘den evlâdır.” ifadesiyle umûmî bir düstur hâline getirilmiştir. Yani zararlı olanı bertaraf etmek, faydalı olanı kazanmaya çalışmaktan daha öncelikli ve gerekli­dir. Dolayısıyla, devrimizde de İslâm muârızı fikirlerin fikirle çürütülmesi lâzımdır ki orada îman filizleri yeşerebilsin.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları